29 Nisan 2013 Pazartesi

.^^.


Hayat devam ediyor, öyle ya da böyle değil mi?

O kadar çok blogger yazmayı bırakmış ki, bende dahil buna.

Yazanları da artık okuyamıyorum eskisi gibi. Buna vakit yok sanırım.

Ama bir kaç tane var ki onlara mutlaka her gün bakıyorum.

Uzun aralardan sonra insan bir düşünüyor, ne yazsam ki? Nereden başlasam ki diye...

İnanın ki, hiç bir yerden başlanmıyor, yazılmıyor maalesef...

Ben bir uğradım, selam verip gidiyorum. Daha doğrusu kaçıyorum aslında. Beni gibiler o kadar çok ki aramızda. Onlar kendilerini biliyorlar zaten.

Yazmak da resim yapmak gibi bir şey aslında. Zorla olmuyor, ilham gelmesi lazım. Olmayınca olmuyor. İçinden geçenleri o anda hemen yazmak lazım. O an yazmadıysan bir daha o düşünceler, duygular yazılmıyor işte. Yıllar önce sevgili ünlü besteci ve söz yazarı Sezen Aksu TV'de bir röportajında şöyle demişti:

-"Ses kaydediciyle geziyorum, ilham geldiği anda söyleyip, kaydediyorum, başka türlü olmuyor." demişti. 

Ne yani o zaman bizde, yanımızda mini bilgisayarlarla mı gezicez?

"Komik olma Ebruli" diyenleri duyar gibiyim şu anda!..

Yazmayız olur biter. Biz yazarak para kazanmıyoruz sonuçta, mesleğimiz "yazarlık" değil. Ama bazılarımız var ki kendini "yazar" zannediyor ya, en çok da onlara üzülüyorum. Amatör yazarlarımıza yani... 



25 Ocak 2013 Cuma

Keşke...

Hayata sadece "gülümsemek" için yukarıdaki fotoğrafa bakmak yeterli bence. Sizce de yeterli mi?..

Bu minnacık bebek,bana neler neler, ne duygular hissettirdi bir bilseniz. Bütün stresimi aldı götürdü adeta. Pardon yanlış kelime kullandım; "olmayan stresimi" aldı götürdü aslında. Strese gireceğim varsa da, bugünden sonra hemen girmeyeceğim kesin. Ne güzel, kendimi takdir ettim valla. Bir fotoğrafla bile terapi buldum, deşarj oldum desem yeridir.

Dünyanın en güzel şeyi bebekler, çocuklar. Tabiki de kendi çocuğunun, bebeğinin yeri bambaşka. Tarifi bence yok. Hiçbir şeye değişilmez. Ama bu duyguyu keşke her anne-baba benim gibi yaşasa, hissetse de; cocuklar, bebekler sevgiyle, ilgiyle büyüse büyütülse.

Eziyet, ilgisizlik, dayak ve hatta işkence görmeden...

28 Aralık 2012 Cuma

:::Yeni yıl:::

İyi dilekler, güzel temenniler, umut dolu sözler...

Uzun uzun paragraflar yerine...

Yeni yıla girerken, sadece fotoğraf paylaşmak istedim...

Herşey gönlümüzce olsun...









21 Aralık 2012 Cuma

...


Kim, nerede çekmiş belli değil. Daha doğrusu fotoğraflar bana mail olarak geldi ve hiç bir bilgi içermiyordu. Sadece "2012 yılının ödüllü fotoğrafları" diye bir açıklama vardı o kadar. Çok güzel manzara ve doğa fotoğrafları vardı ama ben içlerinden sadece hayvanlarla ilgili olanları seçtim. Gerçektende yakalanması çok nadir anlardan. Kendime ait  ödül alan bir fotoğrafım olsada evimde bir köşeye onu  koysam. Fena olmazdı yani. İnsanın kendi yaptığı, emek verdiği şeyler daha değerli oluyor.

Hayvanlar aleminde fotoğraf çekmek isteyen meraklı fotoğrafçılar, saatlerce ya da günlerce çekmek istediği hayvanları görüntüleyebilmek için çadırlarında bekliyorlar. Çok emekli ve vakit alan bir merak yada bir iş bu. Bu hayvanlara ait görüntüler ya da fotoğraflar onlar için o kadar değerli ki. Nasıl bir meraktır zaten anlamış değilim. Adamlar Afrikaya, buzullara ve dünyanın taaaa öbür ucuna kadar orada yaşayan hayvanların yaşamlarını video ve fotoğraflarını çekmeye gidiyorlar ve aylarca o ortamlarda yaşaıyorlar. Düşününce gerçektende istenilmesi zor hobilerden ya da yapılması çok zor işlerden biriside budur. Gerçi bir çoğunun aylarca çektiği o video görüntüleri çok yüksek fiyatla belgesel olarak  TV kanallarına satılıyor. Bu meraklı insanların meslekleri "hayvan bilimci" olarak mı geçiyor, yoksa çoğu amatör, profesyonel hayvanlar ailemine meraklı insanlar mı bunu da bilmiyorum. 

Hayvanları ne kadar sevsem de; yani aylarca ne buzullarda, ne de Afrika nın her hangi bir bölgesinde bu işi yapamazdım. Ne kadar çok para kazansalar da bu meslek ya da bu hobi çok zor ve yıpratıcı. Gerçi hayvanlarla ilgili belgesel hazırlayanlara sorsak, onlar hayatlarından çok memnunlar bence. Bir hayvanın yaşamını gözlemleyebilmek için nerdeyse yıllarını veriyorlar. Takdir ediyorum onları. Çünkü hiç bir zaman göremeyeceğimiz görüntüleri bize belgesel olarak sunuyorlar...



14 Aralık 2012 Cuma

^^--^^


Sevgili Russell Crowe ve eşi. Oyunculuğunu, karizmasını, tipini çok beğeniyorum. Heleki ödül aldığı "Gladyatör" filmini 5-6 defa izlemişimdir. Yeni çevirdiği film yüzünden ailesinden ayrı kalmış. Bir senede 40 gün kadar falan görebilmiş onları...

Hugh Jackman. Çok karizmatiksin, komiksin, oyunculuğunda süper. Daha ne olsun değil mi? Yeni filmlerini izlemeyi istiyorum. Tabii oğluşumdan zaman kalırsa, genelde olmuyor da...

Çok beğendiğim, izlemekten keyif aldığım, favorim olan iki oyuncu bunlar. Öyle Tom Cruise, Brad Pitt falan değil yani. Asıl oyuncu, star bunlar bence. Ha bir de Ashton Kutcher var unuttum onu. Demi Moore ile ayrılmışlar. Bugün bir yerde okudum. Demi çok üzgünmüş. Kesin Ashton kendi yaşına uygun bir sevgili bulmuştur. Demi ile aralarında 15-20 yaş vardı zaten. Bekliyordum aslında şaşırmadım, yanılmadım...

* Merak ettim ve 2 gün sonra Google da araştırdım da, evet Ashton genç, yeni sevgili bulmuş bile. Yaşı yaşına uygun olmuş yani...

5 Aralık 2012 Çarşamba

Rengim beyaz...


Bundan 10 sene önce evimin odaları rengarenkti. Salon gül kurusu, mutfak koyu yeşil, yatak odası lila, diğer odalar sarı. Daha sonraki yıllarda ise salonumuzu bordo rengine bile boyattığımız olmuştu. Şimdi düşününce delilik gibi geliyor bana. Ama ne yapalım o zamanlar evlerde renkli dönem modaydı. Odalar canlı renklere boyanıyordu.

Son 5 yıldır diye hatırlıyorum ama tam bilemiyorum; evimizin her odası her yeri ya krem, ya da beyaz olmaya başladı. Evin duvarlarında başka bir renge tahammülüm bile yok. Hatta eskiyi düşününce o renkte duvarlarla nasıl yaşamışız falan diyorum kendi kendime. Mobilyada da beyaz renk hoşuma gidiyor artık. Elimden gelse her şeyi beyaz ya da krem rengi yapasım var. Yaşlanıyor muyum, neyim?

Evde “beyaz renk” beni dinlendiriyor, rahatlatıyor sanırım.

Allahıma şükür, bendeki bu beyaz saplantısı sadece ev dekorasyonu ve mobilya ile ilgili. Kıyafet seçimimde renk saplantım yok. Bazı insanların kıyafet seçimi yaparken “siyah” renk saplantısı vardır ya. Kadına bir bakarsın her şeyi siyah. Mantosu, pantolonu, ayakkabısı, çantası. Neslihan Yargıcı misali. Ha belki diyorum üstüne giydiği kıyafetleri başka renktedir. Ama kadın mantosunu bir çıkarıyor üstündekiler de siyah. Ha tamam diyorum o zaman. Bu kadın normal değil. Eğer süreklilik arz ediyorsa bu "siyah" renk saplantısı, o zaman o kişide var bir şeyler bence. Allah yardımcısı olsun.

Nedense beyaz giyinince bir anormallik olduğunu düşünmüyoruz da; ama her şey siyah olunca ve sürekli böyle görünce ben normal karşılamıyorum. Bir düşünsenize evinizde her şeyin siyah ağırlıklı olduğunu. Mobilyalar, eşyalar, avizeler, fayanslar falan. Düşüncesi bile tuhaf , ürkütücü hatta korkuç.

Siyah severler sakın bana kızmayın. Eminim ki sizin evinizdeki her şey “siyah” değildir ve her gün “siyah” renkte kıyafet giymiyorsunuzdur…

22 Kasım 2012 Perşembe

İletişim...

İletişimin en uç noktalarda olduğu dönemdeyiz artık. Herkes bırakın bilgisayara girmeyi, artık elindeki cep telefonundan her şeyi hallediyor. Banka hesaplarına giriyor, mailleşiyor, twitter, face falan filan…


Yani bilgisayarını açmaya, tuşlarına basmaya gerek yok artık. E tabi bu varsayım herkes için geçerli değil ama her nedense bu tipler hep benim karşıma çıkıyor.

Geçen hafta restoranın birindeyiz. Yemek yemenin dışında, biraz sohbet, biraz çocuk peşindeyim. Biraz da çevre izlenimi. Yani ortamdaki diğer insanlar.

Karşı masamızda oturan bir adam, eşi ve iki çocuğu. Gözüm adama takıldı. Elinde bir telefon, sürekli onunla. Yemek boyunca elinden düşürmedi. E çocuk ya kendisi, oyuncağıyla oynuyor sanki. Be adam, karşında karın var, iki tane de çocuğun. Biraz da onlarla ilgilensen diyorum. Masada ailen var, ailen. Ne olur sanki eşinle biraz sohbet etsen, çocuklarının sorularına cevap versen. Nasıl bir adamsın sen? Adamda iletişim denen bir şey yok.

Huuuuu! Duydun mu?

Bak çocuğun bir şeyler soruyor. Kafanı kaldır da bir bak. Ne var, başbakan mısın sen? Bu kadar yoğunsun. Yoksa bir holding de genel müdür filan mısın?

O an adamın elindeki telefonu alıp, kırıp, parçalamak geldi içimden. Zavallı eşinin yerine. Eşi de etrafa bakmakla yetiniyordu. Ara sıra çocukların sorularına cevap veriyordu. Ben çocuğumun peşinden koşmak için ara sıra masadan kalktığımda ise, telefonuna şöyle yan gözle bir bakıp, geçerken gördüm ki; beyfendi hazretleri facebook daydı. Sürekli bir fotoğraf bakma çabasındaydı…

İşte bu ve buna benzer manzaralarla artık o kadar çok sık karşılaşıyorum ki. Hangi birini anlatayım. Aslında çok şaşırmıyorum. Yurdumun insanı artık bir değişik olmuş. Anlamak imkansız.

Bir hafta sonunda, birkaç saatini bile ailesine ayırmaktan yoksun, bencil, ilgisiz bir tuhaf insanlar bunlar. Teknoloji bunun için mi yani.

“İlgisizlik, iletişimsizlik, bencillik, vurdum duymazlık” için mi?..

16 Kasım 2012 Cuma

De-di-ko-du...

Galiba Üniversiteye giriş yaşının biraz daha ileriye mi çekilmesi gerekiyor? Yani liseler 4 değil de daha uzun süre mi olsa. Bazı şeyleri okuyunca bunları düşünecek hale geliyor insan. Aşağıdaki bilgi notu hürriyet gazetesinden alıntıdır. 1.Bölümdekiler meslek dışı, 2. Bölümdekiler ise mesleki okul okumuş olanlar. Ben  öğrenince çok şaşırdım.

Nerden nereye! Bazılarına Allah yürü ya kulum demiş. Peki bunlara ve bunun gibilerine üniversitelerde onca emek bunun için mi veriliyor. O zaman kimse bir şey okumasın. Herkes iş hayatında çalışarak mesleki bilgisini edinsin. Bilmiyorum bu örnekler sadece medyadan tanıdığımız, bildiğimiz insanlar. Bunun dışında bilmediğimiz o kadar çok kişi bitirdiği okulla ilgili mesleğini yapmıyor ya da yapamıyor. Bence çok acı. Sorumlusu kim, kimler bilmiyorum. Sistem mi bozuk, biz mi?

Bakalım siz okuyunca en çok kim yada kimlere şaşıracaksınız. Beni en çok  Beyaz, Haluk Levent ve Cem Yılmaz şaşırttı.

Aşağıdaki bilgilerin çoğunu düzeltmek ya da iptal etmek durumunda kaldım. Çünkü Hürriyet gazetesinden alıntı yapmıştım. Gazetede; bazıları okulu yarım bıraktığı halde onları da bitirmiş gibi mezun göstermiş. Ya da okudukları bölüm yanlış yazmış. Bu yüzden Wikipedia nın yardımıyla bir çoğunu düzeltmek durumunda kaldım. Buradan "Lütfen doğru haber" diyorum...

Bir daha Hürriyetin ipiyle kuyaya inmek mi?

Asla!.. 

1.Bölüm

-Şebnem Ferah; ODTÜ Ekonomi Bölümü'nü 2. sınıftan terk ettikten sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden,
-Yaşar; Marmara Üniversitesi işletme bölümünden,
-Tarık Akan; Yıldız Teknik Üniversitesi, Makine Mühendisliği ve Gazetecilik Enstitüsünden,
-Nil Karaibrahimgil: Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden,
-Kenan İmirzalıoğlu; Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Bölümünden,
-Haluk Levent; Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Mühendisliği,Ankara Üniversitesi Kastamonu Meslek  Yüksek Okulu Bilgisayar Programcılığı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü ve Ankara Üniversitesi Muhasebe bölümünde kısa zamanlar öğrencilik yapmış,
-Gülse Birsel; Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünden,
-Feridun Düzağaç;Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi İngilizce İşletme bölümünden,
-Cüneyt Arkın; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden,
-Cem Yılmaz; Boğaziçi Üniversitesi Turizm ve Otel Yönetimi bölümünden,
-Ali Kırca; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Hukuk Fakültesinden,
-Armağan Çağlayan; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden,
-Beyazıt Öztürk; Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik-Heykel Bölümünden,
-Beren Saat; Başkent Üniversitesi İşletme Fakültesinden,

2.Bölüm

-Çelik Erişçi;  İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümünden,
-Funda Arar; İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarından,
-Mehmet Ali Alabora; İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden,
-Mehmet Ali Erbil; Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Yüksek Bölümünden,
-Okan Bayülgen; Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarından,
-Okan Yalabık; İstanbul üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden,
-Sarp Apak; Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Oyunculuk Bölümünden,
-Sertap Erener; İstanbul Devlet Konservatuarından,
-Şahan Gökbakar; Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümünden,
-Özgü Namal; İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden,
-Uğur Dündar; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsünden,
-Tamer Karadağlı; Bilkent Üniversitesi Sahne ve Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümünden,
-Ferhat Göçer; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdikten sonra konservatuarın Şan Bölümünüde bitirmiş.

Yine ünlüleri dibe vurduk, ayıp bize!..

7 Kasım 2012 Çarşamba

Aşk...



Bakıyorum, bakıyorum gözlerinin içine, güzelim kirpiklerine, o minnacık dudaklarınla tebessümüne. Çok özlüyorum seni, hem de çok. Fotoğrafların iyi ki var. Seni göremediğim, seninle olamadığım her an onlara bakabiliyorum. Bunlarla avunuyorum ve seni daha da özlüyorum.

Bebeğim, peki sen de beni özlüyor musun?

İlerde cevabını o küçücük ağzından duymak istiyorum. Hem de bir an önce…

Kendimde bir şeyi yeni fark ettim. Normalde yemek yerken ağzını şapırdatanlara çok sinir olurum. Ama ne yazık ki; artık yavrumun yemek yerken ağzını şapırdatmasına bayılıyorum, çok hoşuma gidiyor. Hatta kendimden geçiyorum diyebilirim. Geçenlerde ayıklanmış nar tanelerini o küçücük parmaklarıyla alıp ağzına atarken bir şaplattı ağzını, bayılacaktım nerdeyse. Ne olduysa, ya da nasıl bir şeyse bu “annelik”...

O en nefret ettiğim şeylerden birini bile yapsa, bana dünyanın en güzel anıymış gibi geliyor…

Onun her hareketini, her davranışını büyük bir merakla izliyorum ve tekrar tekrar O’na aşık oluyorum…

1 Kasım 2012 Perşembe

Vakit nakittir!..



İki ay olacak nerdeyse, blog giriş şifremi unutmayayım diye giriş yapayım dedim...

Bari bloğuma uğradım, bir şeyler mırıldanmadan çıkmayayım dedim...

Evet, hayat devam ediyor. Hayattayım ve yaşıyorum anlayacağınız...

Bazı arkadaşlarımla uzun süre telefonda konuşamazsak eğer (bir türlü görüşmeye vakit bulamadığımızdan) kendilerine;  hep derim ki:
"Ne o, hayatta mısın? Yaşıyor musun? Ben yaşıyorum. Evet sesini duydum sende yaşıyorsun"...

Aslında bu kibarca bir sitemdir kendilerine. Anlayanlar çok gülüyorlar zaten. Hayat artık bu şekilde olmaya başladı. Yani artık kimse kimseyi arayıp, soramıyor. Görüşmek için vakit ayıramıyor. Herkesin bir yaşam mücadelesi ve telaşı var. Buna bende dahilim. Ama bu şekilde giderse insanlar artık kimseyle görüşemez hale gelecekler. Bazen hesaplıyorum da; en yakın arkadaşımla bile senede bir defa görüşür hale gelmişiz. O da benim çabalarımla. Allahtan telefon ve mail var da, bu şekilde görüşebiliyoruz...

Ama isterdim ki sevdiğim insanlarla daha sık görüşebilmek. Buna kendi akrabalarım, kardeşlerim, annem ve babamda dahil. İnsan kendi kardeşiyle bile nerdeyse görüşemeyecek. Bunu yapan iş hayatı ve şehir yaşamı bence. Evler, semtler birbirine uzak. Gidip, gelmek insanın gözünde büyüyor. Üşeniliyor ve görüşmeler ertelenip duruyor...

Bu son bayramda bir arkadaşımız eşiyle birlikte oğlumuzu görmeye ancak gelebildiler. Çocuk oldu 20 aylık, yeni gördüler. Aynı şehirde yaşıyoruz halbuki. Olmadı mı olmuyor demek ki, yapacak bir şey yok. Buna da şükür dedik. Hele bir arkadaşım var ki; hatta adaşım ve hatta nerdeyse aynı gün doğacakmışız ki; o  benden bir gün sonra doğmuş. Kendisini 20 yıldır tanıyorum. Arkadaşım değil, dostumdu desem daha doğru olur. Bu kişi hala benim çocuğumu görmeye gelmedi. Kendiside benimle aynı şehirde yaşıyor. Yani bana uzak bir ilde oturmuyor. Bunun  nedenini hala çözmüş değilim. Hiç bir zaman vakit bulamadı, bana gelmeyi beceremedi. Uzun zamandır da kendisini aramıyorum, aramayı da düşünmüyorum. Arkadaşlığımız benim bir bebek dünyaya getirmemle bitmiş oldu. Olayı çok kısa bir şekilde  özetledim ama bu yaşadığım çok enteresan bir olay benim için. Bunun adı "kıskançlık mı?, yoksa çekememezlik mi?" bilemedim. Daha doğrusu bu iki huyu ona yakıştıramadım. Bu da üzüldüğüm, kendime bir türlü yediremediğim olaylardan birisidir. Bir gün belki bloğuma girip, bakarsa bu yazımı okursa hatasını anlayacaktır. Belki, kim bilir?..

Bugün iki yazı okudum ve ikisinede çok güldüm. Yazılar senarist Banu Kiremitçi Bozkurt'a ait. Özellikle de anneler okuyunca çok gülecekler. Burayı  ve burayı  tıklayarak bu iki yazıyı okuma şansınız var. Gülümsemeye ihtiyacınız varsa eğer, durmayın okuyun derim. Ben kaçıyorum, hadi sizlere iyi okumalar.

 E tabi vaktiniz varsa yada oluca...




7 Eylül 2012 Cuma

Civciv ama patatesli...



Bugün bloğuna girip bir bakayım dedim; hanfedi ve bebeği nasıl diye...

Doğum günü kutlanmış bile, kendisi çok hoş şeyler yapmış. Yaptığı hazırlıkların hepsi ayrı ayrı güzel olmuş. Ama en çok civcivlere bayıldım. Yalnız bu civcivler başka. Yenilmesi için patatesten yapılmışlar. Çok güzeller. İlk defa patatesten yapılmış civcivler gördüm. Doğum gününde kimse kıyıp da yiyememiş.  Ben de olsam yiyemezdim muhtemelen.

Keşke bende oğlumun doğum gününde böyle değişik, farklı şeyler yapabilseydim!..

Daha sonra yenmeyen bu kadar civcivi kim yedi acaba?..

Buradan civcivlere ulaşabilirsiniz. Belki beğenir siz de yapmak istersiniz?..

20 Temmuz 2012 Cuma

Yaz & yazma...


Artık bloglar eskidikçe eskisi gibi sık sık yazmıyorlar, döşemiyorlar desem bana kızmazlar umarım...

Onlarda yoruldu sanırım. Yazma heveslerini bir nebze aldılar diye düşünüyorum. Yaz, yaz nereye kadar!..

Ama ben bundan gayet memnunum. Çünkü hızlarına bir türlü yetişemiyordum, yazdıklarını okuyamıyordum. O kadar insanı okumak ne mümkün!..

Bu yazılara verilen uzun molalar beni mutlu etti anlayacağınız. Merak ediyorsun bir başlıyorsun okumaya, yazı bir türlü bitmek bilmiyor... Bu devirde, çalışan insanda; bu kadar okumaya vakit mi var? Varsa da bende yok!..

Bloglar lütfen dinlenmeye devam, molalar devam edebilir. Ben hiç de rahatsız değilim, bilhakis mutluyum bundan...

11 Mayıs 2012 Cuma

Zen-ci bebek...

Charlize Theron&jackson, Sandra Bullock&Louis

Yerim seni çikolata bebek, çok şekersin zenci bebek…

Bayılıyorum. Neye mi?.. ABD’ nin Holywood starlarının evlat edinmelerine, özelliklede zenci bebekleri…

Keşke bu özellikleri bizim Türkiye de ki zenginlerimize, sosyetik ünlülerimize, para babası amcalarımıza, teyzelerimize de bulaşsa. Onlarda evlat edinse!..

Keşke evlat edinseler de; aile ortamı nedir bilmeyen, sevgisiz ve ilgisiz büyüyen bebeklerin, çocukların sayısı artık azalsa. Bir çocukta sevgi, hele de anne-baba sevgisi çok önemli bir yer tutuyor. Bunu bilinçli olan her birey biliyor zaten…

Ama ne yazık ki bizim zenginlerimiz; luis vuitton, chanel çanta taşımaktan, christian dior, marc jacobs ayakkabı giymekten, trilyon değerinde mücevherler takmaktan böyle bir şeyi bırakın yapmayı, istemeyi bile düşünemezler. Bunların hepsinin bana göre psikolojik tedavi görmesi gerekiyor…

“Hep bana, hep bana, hep bana”…

 Onların ruhlarında sevgi verme, sevgi alma ile ilgili bir duygunun olmadığını düşünüyorum…

Alış-veriş hastaları bana çok kızacak ama öyle. Bu bir rahatsızlık, hatta hastalık. Tedavi edilse de şu ülkede boşa harcanan paralar birazcık daha mantıklı yerlere aksa!..

Ahhh keşkem, ahh keşkem!..

3 Mayıs 2012 Perşembe

Bebek kokusu


Bebeklik kıyafetlerini, fotoğraflarını, video görüntülerini saklayabilirim. Saklayacağım da!..

Peki ya kokunu, o kokunu nasıl saklayacağım. İlerde bebeklik fotoğraflarına, videolarına her istediğimde bakacağım. Ama asla ilerde bebeklik kokunu hatırlayamayacağım. Çünkü bunu bir yerlerde saklamam imkansız!..

İşte bu yüzden sürekli seni kokluyorum, kokunu içime çekip, öpüyorum...

Biliyorum ki ilerde; bu güzel kokuna hasret kalacağım. Bu günlerde hep bu duyguyla yaşıyorum. Çok özleyeceğim bebişimin kokusunu. Artık bebekliği bitecek. Şimdiden bu korku sardı ya beni. Nasıl bir şeymiş bu annelik duygusu? Kesinlikle yaşanarak anlaşılacak bir şey. Doğurmadan anlaşılması bence mümkün değil!..

Aşağıda yazılı şiiri çok beğenip, gazeteden kesip saklamıştım. Elif Korkmazel gazete köşesinde bu şiirden bahsetmiş. Okurken duygulandım. "Alice Chase" her kimse tanımıyorum, ne güzel anlatmış duygularını...

"Yetişkin Oğluma"

Sürekli meşguldüm o kadar sene,
Seninle doyasıya oynayamadım.
Sen beni çağırdın gel oyna diye,
Ben bir türlü zaman ayıramadım.
Giydirdim, doyurdum, seni kolladım,
Sadece bunları yeterli sandım,
Bana oyuncağını getirdiğinde,
Ben seni çoğu kez başımdan savdım.
Yatağına yatırır seni okşardım,
Sen uyur uyumaz hemen kaçardım.
Şimdi o günleri çok özlüyorum,
Keşke bir dakika fazla kalsaydım.
Hayat ne kadar kısa, yıllar ne çabuk geçti.
Ne zaman büyüdü bu küçük çocuk,
Ona dokunmak için uzandığımda,
Ellerim boş kalır, yüreğim buruk.
Artık hiçbir işim yok, yapayalnızım.
Günler çok uzun, üstelik bomboş.
Keşke isteklerini bir bir yapsaydım.
Küçük arzuların şimdi çok şirin, çok hoş
                          ::::::::::
Alice CHASE (Dr.Abidin SÖNMEZ tercümesiyle)

25 Nisan 2012 Çarşamba

(-)

İstediğin kadar güne (+) başla. Bir şekilde ya duyunca, ya okuyunca bütün enerjin yok olup, gidiyor. Bu sefer okuduğun ya da duyduğun olay kafanı kurcalıyor, düşünüp , sinirlenip, sonra devam ediyorsun hayata kaldığın yerden...

Geçenlerde fokların avlanma mevsimi başlamış, o acı sahnenin fotoğrafları falan derken yine kahroldum, yine sinirlendim. Sonuç; elde var kocaman bir sıfır. Hiç kimse o ülkede o fokların katliamını durduramıyor...

Aslında ABD Irak a değil, Kanada'ya girmeliydi. Oraları yakıp, yıkmalıydı!..

Neyse bugün benim enerjimi alan başka bir konu başka bir yazıydı. Buradaki yazıyı okuyunca yine bir anda çöktüm, eridim, sinir küpü oldum. Üzüldüm, sinirlendim ama yine hayat kaldığı yerden devam ediyor. Suçsuz yere o insanlar yine aynı acıları yaşayacak ve bizlerde izleyici ve okuyucu olacağız.
Benim, bizim yapabileceğimiz hiç bir şey yok!..

Maalesef kötülükler yaşanmaya; kötü ruhlu insanlar da, yine dünyanın her yerinde yaşamaya devam edecek...

20 Nisan 2012 Cuma

Keyiflenme vakti...


Biraz neşelenmek, günün stresinden kurtulmak isterim diyorsanız eğer, benim gibi; hatta nefis kokan sütlü bir neskafenin eşliğinde, bu sitede biraz gezinin derim. Ben bayıla bayıla gezindim. Tek kelimeyle Tiago Hoisel’ı çok başarılı buldum. En çok da yukarıdaki çizimi beni çok güldürdü...

Tiagol Hoisel Brezilya da yaşayan grafik tasarım mezunu bir illüstratör ve karikatüristmiş. Ben de bugün çizimleriyle yeni tanıştım. Buradan kendisine Türkçe olarak tebriklerimi iletiyorum. Eminim ki; sizde görünce çok beğeneceksiniz…

Tiagol Hoisel’ı nereden buldun diyecek olursanız da; takip ettiğim bloglarda gezinirken, buradan okudum...

Paylaşım için teşekkürler kendisine. Güzel ve anlamlı şeyleri paylaşmak çok takdir ettiğim bir davranış biçimi. Ne güzel işte, sayesinde biraz neşelendik, güldük. Kötü mü oldu yani?..

17 Nisan 2012 Salı

Şans...



Hayatta emeğinin karşılığını almak ne güzel bir duygu...

Beğenilmek, övgü almak, takdir edilmek...

Canım arkadaşım İlkay sonunda emeklerinin karşılığını aldı. Kendisi "Kartopu" firmasının düzenlemiş olduğu yarışmaya katılarak şansını denedi. Yarışmada kendisinin birinci geleceğine o kadar çok emindim ki; sonucu öğrenince hiç şaşırmadım. Onun adına inanılmaz sevindim, çok mutlu oldum. Öğrendiğim anda gözlerim doldu. Bu arada hala kendisine ulaşabilmiş değilim. Tebrik işini mail yoluyla yapmak zorunda kaldım...

Ne güzel bir duygu. Emek, azim ve başarmak...

Darısı başımıza arkadaşlar!..

Bizlerde içimizdeki cevherleri çıkaralım ve yaratıcılığımızı geliştirelim değil mi?..

Keşke, nerede o günler. Bunun için önce "azim" lazım. Hem de çok fazla. O da bende yok. Eskiden vardı da, artık kalmadı desem daha doğru olur...

Bu arada yakın bir aile dostumuza da, Çağdaş Market alışverişinden katılmış olduğu çekilişle bedava tatil çıkmış. Ne büyük bir şans. İnsanda şans olacak zaten. Yoksa ne yapsan boş. İstediğin kadar çekilişlere, yarışmalara katıl, sayısız şans oyunu oyna; eğer şansın yoksa hepsi boşuna...

Yıllardır, taaaa 1996 yılından beri yani sayısal loto ilk çıktığından itibaren oynuyorum ama sadece üç rakamın dışında hiç tutturamadım. Çıkmadı mı, çıkmıyor işte...

Biraz şans diliyorum Allahtan. Lütfen bize de birazcık şans verir misin?..

13 Mart 2012 Salı

Yaşlanmak is-te-mi-yo-rum...



Bende yaşlandığımda; saçlarım öyle senin gibi bembeyaz olduğunda; senin gibi güzel olacak mıyım? Yani senin saçların bembeyaz ve hala çok güzelsin. Yaşlanmanın en önemli belirtisi değil midir; beyaz saçlar, yüzdeki kırışıklıklar...

Seninle konuşuyorum, beni duyuyor musun? Beyaz saçlı bebek!... Ben de yaşlandığımda senin gibi olmak istiyorum tamam mı? Çünkü ben yaşlanmaktan korkuyorum, yaşlanmak istemiyorum. Söyle bana lütfen, bende senin gibi olacak mıyım?

Senin gibi; bembeyaz saçlı ama çok güzel...

Bu yazımı normalde şubat 2008 de yazmışım. Bence sizde geçmişte yazdığınız yazılara dönüp bir göz atın, okuyun derim. Eski yazılarını okuduğunda insan o anki duygularını tanıyamıyor bile. Bu yazımı çok beğendiğim için yeni tarihli olarak tekrar yayınladım...

12 Mart 2012 Pazartesi

Şaşırıyorum yine!...


Lütfen sizlere nazar değmesin diyorum. "Maaşallah"...
Mutluluğunuz daim olur inşallah...


Arda&Sinem çifti size ne oldu da, ne ara ayrıldınız? Yetişemiyorum valla ayrılan boşanan çiftlere. Ne kadar çok böyle? Çok zor herhalde mutlu olmak. Başka diyecek bir şey bulamıyorum...

Sinem'i beğeniyorum ama Arda ile birbirlerine hiç yakıştıramıyordum onu. Hayırlısı olsun. Sinem daha iyilerine layık bence...

Cem ile evlenmeyi de bence sen hak ediyordun Cansu. Keşke sana ulaşabilsem de, bunu sana söyleyebilsem. Bir ayrılıp, bir barışıp yıllarca çektin o herifi. Normalde Cem Yılmaz'ın pek de meraklısı değilim. Hatta bazen sinir bile oluyorum kendisine. Ama Cansu Dere'yi çok beğeniyorum. Çok hanımefendi, kendi halinde bir bayan. Düşünüyorum da; yıllarca kahrını çek, adam gitsin geçmişte arkadaşım dediği kadınla evleniversin. Hem de hamileymiş. Kesin hamile kaldığı için evlendi onunla. "Baba" olma iç güdüsü kabardı Cem'in sanırım. Hele bir baba olsun. Yavrusunu kucağına alsın. Bakalım ilerde o da karısını boşayacak mı? Yoksa boşamayacak mı?..

Aslında şimdiden bu konuda bir iddia bile başlatılabilir diye düşünmüyor değilim hani?..

Sema Şimşek ve Burak Hakkı çiftinin boşanmasına da üzüldüm ve şaşırdım. Karar verip bir bebek yapıyorlar; sonrasında ne oluyorsa yıllardır süren, bitmeyen evlilikleri noktalanıyor. Ne oluyor çok merak ediyorum. O zaman çocuk niye yaptınız diye kendilerine sormak istiyorum.

Çünkü evliliklerinin ilk yıllarında hemen bir bebek yapmadılar. Birbirlerini tanımak için için uzun süren bir evlilikleri oldu. Bu süre içinde de birbirlerini tanıyamadılar, sevgilerini anlayamadılarsa yuh onlara yani. Sema uzun süre sonra hamile kaldı. Hatta TV'de bir röportajında; "Burak hala baba olmaya hazır değil" diye anlatmıştı. Ben çocuklara çok üzülüyorum. Boşanan anne babanın çocuğu olmak çok zor. Bari çocuk yapmasaydınız. Sadece kendilerini düşünüyorlar. Bunun başka bir açıklaması yok!.. Eğer "mutlu evlilik" yoksa dünyada uzun süre evli kalan çiftler niye var? O zaman kimse uzun süre evli kalamazdı. Demek ki; bunu yakalamak inanılmaz zor. Uzun süren evliliklerin sırrını öğrenmek lazım...

Vay vay vay!..

Nick Lachey de baba oluyormuş. Jessica nın EX eşi. Nick evlendi mi yoksa birlikte mi yaşıyor o bayanla onu bilemiyorum, kaçırmışım.Bir türlü mutluluğu yakalayamıyorlar. Niye olmuyorsa? Olmuyor işte!..



Sevgili Jess (jessica Simpson) hamileymiş, doğurdu doğuracak. Bugün öğrendim. Basından, paparazilerden, TV'den bayağıdır uzak kaldım. İnternette gezinirken öğrenince çok şaşırıyorum. Ama keşke ilk eşi Nick Lachey den boşanmasaydı ve ondan bir bebek bekleseydi. Onlar evliyken TV'de yabancı bir kanalda günlük ev hayatlarını sergiliyorlardı. Ben de büyük bir merakla onları izliyordum. Hatta o gün o program bitmeden dışarı falan çıkmıyordum. Çok seviyordum onların günlük hayatlarını seyretmeyi. O zamanlar boşanacaklarını duysam, hayatta inanmazdım...

Pakize Suda 26 ocak da yazdığı yazısında Cansu Dere'den bahsetmiş. Yazıyı buradan okuyabilirsiniz. Belkide kendince haklıdır. Ama Cansu'nun ağzından duymadan ben yinede inanmam...

1 Mart 2012 Perşembe

Uzun zaman olmuş yaaaaa!..


Bir sene olmuş yazamayalı. Ne kadar da uzun bir süre. Bu kadar zamandan sonra nereden başlanır ki?..

Ne yazılır ki?..

Bilemedim...

Ama takip ettiğim bloglarım var. Her seferinde yazmaya niyetlendiysem de beceremedim. Vakit ayıramadım bir türlü...

Koskoca 1 yıl nasıl geçtin sen öyle, inanamıyorum. Adete bloğuma yazmayışımın "1. yaşını" kutluyorum sanki...

Yinede bugün şu anda bir şeyler mırıldandım kendimce ama, devamı gelir mi?..

Cevap: hiç bilemiyorum...

Keşke gelse!..

Neden yazamadın diye sorarsanız eğer; çooookkkk güzel ve önemli bir olaydan dolayı yazamadım. Sadece bunun hakkında yazsam sayfalar yetmez zaten. Hayatım bir anda inanılmaz değişti...

Yine anlatamadım işte herşeyi...

"Üşengecim" sanırım...

2 Şubat 2011 Çarşamba

Üzgünüm...



Üzgünüm. Bu haber beni çok üzdü...

Tanıdığım, hayatımda olan biri değil ama öyle olması da gerekmiyor zaten. Medyadan, basından, TV den tanıdığım, beni güldüren, komik, hayat dolu, gencecik yeni bir anneydi. Oğlu henüz 2 yaşındaymış. Allah rahmet eylesin, Allah ailesine ve sevdiklerine sabırlar versin. Diyebileceğim başka ne var ki?..

Bir kere daha bugün yine; "Hayatın aslında çok kısa olduğunu, her an öbür dünyaya gidebileceğimizi, aslında ölümün bize her an yakın olduğunu" anladım, düşündüm ve üzüldüm...

13 Ocak 2011 Perşembe

Baykuşlar...




Canım arkadaşım İlkay bloğunda kendi el emeği, göz nuruyla yaptığı yukarıda gördüğünüz fotolardaki 10 adet baykuşu yapacağı çekilişle şanslılara göndermek istiyormuş...

Ben olsam yapar mıydım?..

Ben olsam kıyar mıydım?..

Bilemedim...

Bu kadar güzel, özenle ördüğüm baykuşlarımı sizlere verebilir miydim acaba?..

Neyse, İlkaycım yapmış işte. Onu gönülden tebrik ediyorum. Ne yetenekli arkadaşım var mış da, haberim yokmuş. Eğer çekilişe katılmak isteyenler varsa burayı tıklayıp, katılabilirler...

Herkese ve bana iyi şanslar...

28 Aralık 2010 Salı

2011



Yeni yıla girmeye hazırlandığımız şu son günlerde, bloglarda da yeni yıl ile ilgili yazılar yazılmakta. İstekler, arzular, dilekler, listeler vs…

Aslında istenebilecek en önemli şey “sağlık”, “sevdiklerimizin sağlıklı olması ve hayatta olmaları”. Bence bu kadarı yeterli…

Ama eğer bunlardan sonra başka isteklerin var mı dersen; “neler neler…” diye cevaplarım. Çok şeyler çooookkkkk!..

Yeni yıla girme olayı bende artık fazla heyecan yapmıyor. Ne yapayım heyecanlanamıyorum işte, olmuyor. Eskiden, yaşım daha küçükken daha farklıydı. Sanırım yaşımızla da alakalı bir şey bu. Yaş ilerledikçe kişiye heyecan veren şeyler azalıyor. Keşke azalmasa!..

Ama tabi ki hala heyecanlananlar varsa aranızda onlar için bir şey diyemem. Sadece; “çok güzel, imreniyorum size, devam edin derim” o kadar…

Neyse bloglarda gezinirken sevgili Gizem’in yazısını okudum ve çok hoşuma gitti. Sizde burayı tıklayıp, isterseniz okuyabilirsiniz. İçinden geçenleri olduğu gibi anlatan yazıları okumaya bayılıyorum zaten. Çoğumuz bunu yapamadığımız ya da beceremediğimiz için takdir edilecek bir mesele bence…

Uzun lafın kısası 2011 umarım tüm güzellikleriyle, mutluluklarla gelsin hepimize, gelen gideni aratmasın diyorum…

3 Aralık 2010 Cuma

Şaşırttın beni...



Ünlülerin ya da sosyetenin özel hayatlarından bize ne, bana ne deriz, ya da hep derim…

Merak ediyoruz, TV den görüyoruz, dinliyoruz ve öğreniyoruz. Yapacak bir şey yok!Ünlü oldukları için yaptıkları gizli kapaklı işler eninde sonunda bir gün ortaya çıkıyor. Belki tanınmasalar, ünlü olmasalar asla ortaya çıkmayacak.

Sürekli bir aldatma, bir boşanma olaylarıdır gidiyor. Bir türlü mutlu olamıyorlar. Ya da olmak istemiyorlar. Ben çözemedim...

Bugünlerde ise Acun’un olayı gündemde. Ben de şaşırmadım dersem yalan söylemiş olurum. Acun’dan böyle bir şey gerçekten beklemezdim. “Şaşırtın beni Acun!” diyorum. Kızlarını ise hiç basında görmemiştim. Bugün Hürriyet gazetesinde gördüm ilk defa. Kızları çok şeker ve küçüklermiş daha…

Küçücük çocuklarının olması bile “aldatma” egosunu yenmesine mani olamamış. Tek kelimeyle “Yazık!” diyorum…

İnsanlar evliliklerine güvenip, çocuk yapıyorlar. Ama güvendikleri evlilikleri bir anda yerle bir olabiliyor, tıpkı Acun’un ki gibi. Zaten tek suçlu da Acun da değil bence. Evli ve 2 tane çocuğu olduğunu bile bile onunla 2 yıldır birlikte yaşayan 20 li yaşlardaki o sarışın zengin avcısı kadın da suçlu...

Sonuçta en çok üzülen çocuklar oluyor. Olan onlara oluyor!..

7 Ekim 2010 Perşembe

Başlık yok!..



Üç ay kadar süren aşırı sıcaklardan sonra, bugün tam anlamıyla serinledi hava…

Yağmur yağıyor, gökyüzü karanlık puslu ve gri…

Hasret kaldım bu havalara, bu ürpertici serinliğe…

Bu gün böyle bir havayla karşılaştığım için çok mutluyum…

Eylül ayı bile aşırı sıcak geçti. Neydi bu yıl böyle? Neyin acısını çıkardı ki?..

Artık bitti. Ben de rahatladım. Biraz daha sürseydi dayanamayacaktım bu sıcaklara…

Keşke hafta sonu da bugünkü gibi bir hava olsa da; evimde penceremin önünde oturup, çayımı yudumlarken, dergimi okurken yağmur kokan havayı koklasam, saatlerce pencereden öylece baksam, kendimle baş başa kalsam…

Hiç konuşmadan, sessizce öylece seyretsem sadece. Huzur veriyor bana, böyle havalarda evde olmak…

E tabi keşke bir de yanımda yavru bir pisicik olsa. Tam yukarıdaki fotodaki gibi bir şey. Onu doyasıya mıncıklasam, öpsem!..

Hadi hafta sonu, söyle bana nasıl olacaksın o gün?..

E bir de; "yavru kedi" olacak mı o gün benimle?..

20 Ağustos 2010 Cuma

Yıllar varmış!..





Bir an evvel emekli olmak,
Denizi çok temiz olan bir yerden,
Bir yazlık almak,
Bu yazlıkta 6-7 ay boyunca kalmak,
Sürekli doyasıya denize girmek,
İstediğim saatte uyanmak,
Taze taze balık yemek,
Hiç bir şey düşünmeden,
Stressiz bir yaşam,
Hayal ediyorum,

Bir aydır süren bu aşırı sıcaklar yüzünden,
Sürekli bunları düşünüyor,
Bunları yapmayı hayal ediyorum,
Oysa 15 yılım varmış, bu hayalime kavuşmak için,

Çok muş yaaa!..

25 Temmuz 2010 Pazar

Kolay&zor...


Sorgun-Side

:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

Zor kararlar...

Alınması, verilmesi de çok zor...

Evet ya, "karar vermek"...

Hayatınla ilgili en zor kararı vermek...

Dünyada kaç kişi benim kadar düşünmüştür ki?..

Benim kadar ince eleyip, sık dokumuştur ki?..

Bence çok azdır, sayılıdır...

Birçoğu gözü kapalı karar vermiştir ve veriyor da...

Sorgulamadan, düşünmeden, sadece istediğini yapmak için kolayca karar veriyorlar...

Ben farklıyım, hem de çok. Ama bu hiç de iyi bir şey değil...

Gününü gün eden, hiç bir şeyi, ileriyi hiç düşünmeden çok kolay kararlar alabilen, sadece kendini ve istediklerini düşünen biri olmayı çok isterdim. Yani "bencil" biri olmayı isterdim. Herhalde o zaman çok uzun yaşardım...

Karar vermek, hem de hiç düşünmeden, ne güzel bir şey!..

4 Mayıs 2010 Salı

İstisna mıyız?..



Uzun zamandır bu konuda bir şeyler yazmayı hep istemişimdir. Kısmet bugüneymiş. Haber-Türk de sevgili Elif Şafak’ın 18 Şubat 2010 tarihinde yazmış olduğu “Bu dünyada eşcinsel olmak” başlıklı bu makalesini okuyana kadarmış…

Öncelikle; “vakti olan okusun” diyorum. E tabii ki; bunu diyorum çünkü, zamanımızın en önemli sorunu “vakit”…

Ben zamanımı ayırdım, okudum. Darısı sizin başınıza!..

Toplumumuzda ve başka toplumlar da da maalesef ki; çok fazla okuyamadığımız, bizi ilgilendiren konuların dışında kendimizi geliştiremediğimiz için; çok fazla cahilliklerimiz, önyargılarımız, batıl inançlarımız var. Bunu açık yüreklilikle kabul etmemiz gerekir...

Eminim ki; bazı önyargılarımızı kolay kolay değiştiremeyiz. Bununla ilgili bilir kişilerin araştırma sonuçlarını dahi okusak, dinlesek değiştiremeyiz. Çünkü doğru sadece “biziz!”. Bizim bildiğimiz, bizim inandığımız tek doğrudur. Başka doğru olabilir mi?..

Neyse; istisnalar kaideyi tabii ki bozmaz. İstisnalar var ve olacaktır. Ama keşke daha fazla olsa!..

En azından ben şunu yapacağım: Bir nörolog doktorun yazmış olduğu makaleyi sizlerle paylaşacağım. Bakalım bu yazıyı okuma fırsatını ve sabrını gösteren kaç kişi; “istisna” olacak ve kaideyi bozmayacak? Bakalım bu makale kaç kişinin düşüncesini değiştirebilecek?..

Aşağıda ki makale Nörolog Dr. Güçlü ILDIZ’a aittir…

CİNSELLİK TERCİH DEĞİL, KİMLİKTİR...

Beyinde, her iki göz sinirinin çapraz yaparak oluşturduğu yapının hemen önünde, preoptik bölge bulunur. Preoptik bölgenin her iki beyin yarısına simetrik konumunda yerleşim gösteren birer adet “çekirdek” bulunur. Bu çekirdeklerin orijinal adı: sexually dimorphic nucleus, Türkçe açılımıyla; cinse bağlı iki farklı yapı gösteren çekirdek’dir. Her cins için farklı yapıda olan bu çekirdekler, erkeklerde kadınlara oranla 2 misli büyüktür. Homoseksüel erkeklerde öldükten sonra yapılan beyin çalışmalarında bu çekirdeklerin olması gerekenden daha küçük olduğu görülmüştür.

Anne karnında, cinsel organların gelişim döneminde artan erkeklik hormonu(testosteron) etkisiyle bu iki çekirdek büyüyerek erkek cinsel kimlik özelliğini oluşturmaktadır. Ortamda yeterli testosteron’un olmaması, dişi cinsel kimlik özelliği gelişimine neden olmaktadır. Doğumu takip eden ilk hafta sonrası, dişilerde bulunan çekirdeklerde hücre ölümünün olduğu (apopitosis) ve çekirdek boyutlarının küçüldüğü görülmektedir. Hayvan deneylerinde; çekirdekleri tahrip edilen erkekler, dişilere benzer cinsel davranış özellikleri göstermiştir.

Beyin çalışma özelliklerini sağlayan milyarlarca hücre ve trilyonlarca hücrelerarası yollar; her kişiye benzersiz akıl ve davranış özellikleri kazandırır. Bu nedenle her beyin özeldir, tektir, benzersizdir. Kişiye özel çalışma özellikleri gösteren beynin aynı cins içinde farklı cinsel davranış özelliklerine sahip olması da yadırganmamalıdır.

Cinselliği erkek ağırlığında oluşan kişi, istese bile kadınsı kimlik içine giremez. Tersi de doğrudur. Toplumsal baskılarla cinsel kimliğini yaşayamadığı ve hatta farkında bile olamadığı için mutsuz yaşam süren insanlar bugün toplumun her kademesinde bulunmaktadır.

Nörolojik bilimler referans alındığında, ana karnında belirlenen cinsel kimlik olgusu tercih ya da sapkınlık olamaz. Farklı cinsel kimlikleri kabul etmek, bilime saygısı olan toplumların özelliğidir.

Dr Güçlü Ildız
Nöroloji Uzmanı

2 Nisan 2010 Cuma

Kod adı: kıskançlık...



Bayılıyorum bu kadına. Karakterine ve yazdıklarına…

Kitaplarını okumayı da seviyorum ama daha çok yazdığı makaleler ilgimi çekiyor her nedense…

İç dünyasını, şeffaflığını dürüstçe sunabilen az sayıda yazarlardan birisi o…

Şimdi birden konuyu değiştiriyorum:

“Kıskançlık” deyince; şu anda aklınıza ilk gelen ne oldu?..

Bir düşünün bu kısacık kelime size neyi, kimi, neleri hissettirdi?..

Kıskançlık nedir? Yüzdesi ne kadarı geçmemelidir?

Ne kadar kıskanmak gerekir?..

Bunu bir ölçüsü var mıdır?..

Bu duygu nasıl saklanır, nasıl hissettirilmeden yaşanır?..

Bu duyguyu yaşamayan, hissetmeyen var mıdır?..

“Ben hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi kıskanmadım” diyen doğru mu söylüyordur; yoksa sadece kendini mi kandırıyordur?..

Bence herkeste “kıskançlık” duygusu vardır. Olmaması olası bile değil. Ben buna inanmam. Siz inanır mısınız?..

Küçücük bebekler bile kıskançlık duygusunu taşıyorlar, biliyorlar. Tamam bu duygu var da; bunun dozu, ayarı yani oranı ne olmalı?

Bu duygunun tavan yapması, maksimum boyutlara çıkması maalesef ki; insan hayatı için tehlikeli. Kadın&erkek ilişkilerinde bu “kıskançlık” duygusu yüzünden bir çok saçma sapan suçlar işlenmekte, bazıları ölümle sonuçlanmaktadır. İnsanın bu duyguyu kontrol etme yetisinin olmaması ne acı. Keşke olabilseydi!..

Keşke “kıskançlık” duygusu ve buna benzer kötü duyguların, dürtüsü beynimizde olmasaydı. Belki insanoğlu daha mı mutlu olurdu? Kim bilir?..

Yukarıda kendisinden kısacık bahsettiğim yazarın, kim olduğuna gelecek olursam; kendileri “Elif ŞAFAK”…

Evet ya, ta kendisi. Şubat ayında kendi sitesinde ve Haber-Türk de yayımlanan bu yazısından birkaç satırı sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazısının konusu “kıskançlık” üzerine. Yazının başlığı ise; “Yazarları sevmeyen yazarlar”…

Süper bir yazı olmuş, bayıldım. Bu yazı için zaman yaratılmalı ve tamamı okunmalı. Pişman olmayacaksınız. Özellikle de benim gibi bir blog yazarı iseniz; okuyun ve kıskanç bir yazar mısınız, yoksa değil misiniz bir karar verin bakalım…

Evet, Elif ŞAFAK’ a ait yazıdan birkaç satır :

- “Tesadüf değil, yazarların birbirlerini bırakın sevmeyi, okumaya bile tenezzül etmemeleri. Bir yazar kıskandığı bir başka yazarı katiyen okuyamaz. Öyle biri yokmuş gibi davranır.”

- “Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsak, biraz daha ölürüz biz. Çok azımız bunu bu şekilde itiraf edebilsek de!”

***Fotoğraf yine Çeşme-Ilıca'dan. Bu sıralar sayıklıyorum da orayı...

29 Mart 2010 Pazartesi

Sadece 5 harfli...



Düşünüyorum da bazı insanlar; ufacık, küçücük, anlamsız, saçma şeyleri nasıl da büyütüp, kafalarına takıp, bunlarla bu şekilde yaşabiliyorlar ve bunu bizlere de yaşatabiliyorlar?..

Aslında sebebi var bence. Ülkemizin insanı uzun yıllardır refah ve huzur içinde yaşıyor, yaşıyoruz. “Refah” ve “huzur” kelimesinin ise anlamı büyük. Bu iki kısacık kelim ile benim anlatmak istediğim ise; “savaşsız ve barış” içinde yaşıyor olmamız. Ülkemizde Allah’a şükür olsun ki; savaş yok! Zaten olmasın da!..

Benim hatırladığım, benim hafızama yer eden, bana anlatılan büyük soykırım içeren savaşlar ise:

- Yahudi - Alman(Hitler)
- Bosna - Sırp
- Irak - ABD

Mutlaka bunların dışında da bir sürü savaşlar olmuştur ama beni etkileyenler nedense bunlar…

Zaten daha fazlasının aklımda yer etmesini de istemezdim…

Savaş ve bunun sonucunda; ölüm, açlık, sefalet ve bir sürü hayvani şiddet!..

İşte, bir çok suçsuz insan bu savaşlarda ne acılar çekti, ne buhranlar yaşadı, ne hale geldi?..

Böyle bir hayat yaşanılası değil. Keşke bu insanlar, savaş zulmüne ve diğer kötülüklere maruz kalmasaydı!..

Onların neler yaşamış olabileceği ile ilgili en ufak bir fikrim ya da fikriniz yoktur, olamaz da! Ancak empati yapabilirsiniz o kadar. O da nereye kadar…

Savaş görmüş bir insanla hiç bire bir konuşmadım, onu dinlemedim. Ama okudum; yaşanılanları her ne kadar anlatabilirse o kadarını okudum, o kadarını hissettim ve kendimi onun yerine koyarak yaşamaya çalıştım. Sonuç tabii ki büyük üzüntü ve birilerini bu olanlardan dolayı yok etme duygusu...

Maalesef ki; dünyada bir çok bebek, çocuk, yaşlı, kadın ve erkek bu savaşın içinde yaşam mücadelesi vermeye çalışıyor. Kahretsin ki; bu savaşların bir sonu yok. Irak savaşında, Bosna savaşında ve özellikle Yahudilerin yaşadığı savaşta o kadar akla hayale gelmeyecek iğrenç şiddetlere maruz kalmış ki insanlar. Olanlara, yaşanılanlar ne yazık ki; insanın inanası bile gelmiyor. Hayat bu işte:

“Sen başka planlar yaparken, başına gelenler”…

Ne güzel bir laf, ne anlam yüklü bir cümle bu. Söyleyenin ağzına sağlık…

Diyeceğim şudur ki; artık insanların küçücük, anlamsız şeylere üzülüp, hayıflanmalarını ne duymak, ne dinlemek ne de bilmek istiyorum…
Boş yere kafa şişirmekten başka bir işe yaramıyor bu anlamsız kelimeler. Bu insanlar hayatlarında hiç “savaş” görmedikleri, ne olduğunu bilmedikleri için bu kadar şımarıklar bence. Yaşadıkları bu ülkenin kıymetini ne yazık ki bilmiyorlar. Öğrenmeleri içinde “savaş” mı görmeleri gerekiyor diyorsanız:

Cevabım: Kesinlikle “Evet” olacak…

Bazı insanların yaşadıkları hayatın kıymetini bilmeleri için maalesef ki; bu gerekiyor. Uykusuz geçen korkulu geceler, her an öldürülme korkusu, sevdiğini kaybetme korkusu, tecavüze uğrama korkusu, günlerce su bulamama, günlerce yemek yiyememek, aylarca yıkanamamak, çocuğunun öldürülüşüne şahit olmak, gözünün önünde kızına ya da eşine tecavüz edildiğini görmek, ve akla hayale gelmeyecek, burada yazamayacağım işkencelere mazur kalıp, hiçbir şey yapamamak…

Savaşın sonunda da; bu insanlardan yaşamaya kaldıkları yerden devam etmesi beklenilir, hiçbir şey olmamış gibi…

Kolaysa gel ve sen yaşa, sen devam et!..

Yok ama biz yaşamayalım! O da ne demek; biz kimiz “savaş” kim ? Değil mi?..

Biz, bizler hiçbir zaman yaşamayacağız böyle kötü savaşlar değil mi?..

Bu acılara maruz bırakılmayacağız. Biz güçlüyüz. Bizlere bir şey olmaz çünkü…

Umarım bizler ve bizden sonraki nesil “savaş” denilen bu pis illeti görmez ve yaşamaz. Biz demek de istemiyorum çünkü çok bencilce. Umarım tüm dünya yaşamasın ve görmesin. Biz de görmeyelim, başka ülkeler de görmesin...

Bunu yürekten diledim, her zaman da diliyorum ve lütfen siz de dileyin…

Belki gerçek olur bir gün kim bilir?..

Uzun bir yazı oldu biliyorum. Nedense uzun yazmayı ve uzun yazıları okumayı sevmiyorum aslında...

Bu yazımın ana fikri ise kısaca:

Boş şeylere, minicik, anlamsız olaylara, saçma sapan, şımarık isteklere takılıp kalmayın, kalmayalım. Dünyada bundan daha önemli şeyler var…

Mesela; “savaş” gibi…


***Fotoğrafdaki yer: Çeşme-Ilıca, yazıyla uyumlu olsun istemedim...