30 Aralık 2008 Salı

Yeni yıla girerken...

Güzel bir yıla...
İiyiliklerle, iyilik melekleriyle dolu bir dünyaya; merhaba demek istiyorum bu yıl…
Kötülerin, kötülüklerin, savaşın olmadığı bir dünyaya…
Ancak o zaman huzurlu bir şekilde yeni yıla “merhaba” diyeceğim…
Yoksa biz mutluyken, diğer insanlar mutsuzken; savaşın, açlığın içinde kıvranırken…
Neşeyle, sevinçle yeni yıla girmek…
Vicdanımı zorluyor, anlamsız geliyor bir anda…
Elimizden hiçbir şey gelmiyor…
Sadece seyrediyor, izliyor ve empati yapmaya çalışıyoruz, o kadar…
*
Bu yazıyla girmek istemezdim yeni yıla ama son günlerde bazı ülkelerde yaşanan kötü olaylar beni böyle düşünmeye, bunları yazmaya zorluyor…
*
Daha doğrusu; bugün Elif Savaş’ın bloğunda “Noel” başlıklı yazısını okuyunca bir o kadar daha düşüncelerimi yazmak istedim. Yazdıkları gerçekten de çok anlamlıydı…
*
Bu kadar kötülüklerin yaşandığı bir dünyada, ben yine de: “İyilik Melekleri” bizlerle olsun, asla yanımızdan ayrılmasın diyorum…
*
Huzurlu, sağlık ve mutluluk dolu savaşsız yarınlar diliyorum; dünyadaki tüm iyi insanlar için…

18 Aralık 2008 Perşembe

Ayna, ayna söyle bana...

Bugün aynaya baktığınızda gördüğünüz kadına aşık olun!

Her zaman gördüğünüz ancak; nadir olarak gerçekten baktığınız kadına…


Yukarıdaki anlamı çok büyük sözleri bir yerde okuyup; zamanında not defterime yazmışım. Bugüne kısmetmiş burada yazmak. Yalnız bu satırların kime ait olduğu, okuduğum yerde yazılı değildi. Yani sahibi yok bu iki satırın. “Sahipsiz satırların sahibi aranıyor” desem!..

Bu iki cümle ne kadar da anlamlı. Kaç defa okudum kim bilir? Bir o kadar da; okurken düşündüm. Çok doğru yazılanlar. Gerçektende aynaya her baktığımızda yalnızca kendimize, kendi yüzümüze, içimize, karakterimize ne kadar bakıyoruz. Bakarken ne görüyoruz? Kendimizi gerçekten de tanıyor muyuz?..

Bu yıl gittiğim bir seminerdeki eğitmen; “Aynaya yalnızca ihtiyacınız olduğunda bakmayın. Sadece aynanın karşısına geçin ve kendinize bakın. Ne görüyorsunuz orada? Şiddet, sevgi, kızgınlık, yalnızlık, kin, gülümseme, yaşama sevinci ya da mutsuzluk mu? Yüzünüz, mimikleriniz, gözleriniz size yalan söylemez. Sizi hemencecik ele verir” demişti…

“Yakınınızda bir yerlerde, mesela iş yerinde masanızda bir ayna bulundurun ve sürekli aynadan yüz ifadenize bakın. Bu ifade de; kızgınlık, öfke, tebessüm, gülümseme mi yoksa mutsuzluk mu göreceksiniz. İnsanlarla konuşurken, onlara cevap verirken; yüzünüz hangi ifadeye bürünüyor? Hangi şekli alıyor? Bunu hiç merak ettiniz mi? Bu çok önemli. O yüzden yani ikili ilişkilerde ki güven ve sağlam diyaloglar için yüz ifadenizi bilmeniz gerekiyor.” demişti…

Sonuçta her zaman gülemeyiz, moralimiz tavan yapmış olamaz ama bir insanın muhakkak kalıcılık kazanmış “yüz ifadesi” olduğunu düşünüyorum ve buna inanıyorum. İşte bu ifademiz acaba nasıl? Bunu hiç merak ettiniz mi?..

Ben merak edip bu yıl bakmıştım; kalıcı ve süreklilik kazanmış yüz ifademe. Hafif bir tebessüm vardı. Kişilere göre bu tebessüm ya artıyor ve gülücüğe dönüşüyor. Ya da sadece tebessüm olarak kalıyor…

Bir de yine seminerde anlatılanlardan aklımda kalan; “Bir kişiyle konuşurken de muhakkak; gözlerinin içine bakarak konuşun. Gözleriniz başka yerlere kaymasın, bakmasın. Göz temasından kaçmayın ve korkmayın” demişti. Ne kadar anlamlı ve doğru insan ilişkilerini anlatan bir seminerdi. Yine olursa bilgileri tazelemek için katılmak lazım…

Uzun zamandır kendimde keşfettiğim güzel bir huy mu desem, davranış mı desem bir şey var ki; bunu da burada anlatmak istedim. Telefon ile beni bir tanıdığım, arkadaşım ya da akrabam aradığında; moralim bozuk, üzgün ya da ne bileyim sinirli olsam dahi çok neşeli bir ses tonuyla ve yüzümde bir tebessümle konuşmaya başlıyorum. Eğer bir sorunum ya da derdim varsa konuşmanın akışında dile getiriyorum. Ama telefonu açar açmaz uyuz bir ses tonuyla ya da asabi bir şekilde beni arayanı karşılamıyorum. Çünkü karşı taraf sizin o anda neler yaşadığınızı bilemez…

Aranmak, hatırı sorulmak, sevilmek, hatırlanmak çok güzel bir duygu. Benim yaptığım da çok doğru. Herkes de bunu yapmayı denemeli. Eğer bunun tersi davranış süreklilik kazanırsa; bir bakmışsınız ki çevrenizde sizi arayanlar azalmış, belki de hiç kalmamış…

Evimize gelen misafiri nasıl kapıda gülümsemeyle ve güzel bir ses tonuyla karşılıyorsak; bizi telefonla arayanları da aynı şekilde karşılamalıyız. Nasıl misafirimiz evimize girdikten sonra ilerleyen dakikalarda sorunlarımızı, üzüntülerimizi, acılarımızı ona dile getiriyorsak; telefonda da bunu konuşmanın ilerleyen dakikalarında dile getirebiliriz…

Bu kadar uzun yazmayı düşünmemiştim aslında. Nasıl olduysa uzadıkça uzadı yazı. Çok uzun yazmayı sevmiyorum. Kısacık ama anlam yüklü satırları okumayı çok seviyorum ve öyle yazmak istiyorum. Şiirsel dokunuşlarla yazılmış cümleler de çok hoşuma gidiyor...
............
Doğruyu söylemek gerekirse çok uzun bir yazıyı görünce korkup kaçıyorum. Onu okumaktan vazgeçiyorum. Aslında merak da ediyorum neler yazmış diye. Bu kadar uzun yazıları okumak için ne yazık ki vaktim yok. Gün içinde bir sürü şey beni beklerken; ben bu uzun satırlara gömülüp, kalamıyorum işte…
...........
*** Fotoğraf alıntıdır...

16 Aralık 2008 Salı

Sonsuz hayaller kursam ve...

Gerçekleri yazmak her zaman zordur. Kolay diyen de; kendini kandırıyordur bence. Çok düşünürsün yazayım mı, yazmayayım mı diye!.. Sonunda da belki yazarsın ama, sonra bir anda yazdıklarını siliverirsin. Silersin, sonra pişman olursun. Ama o andaki duygularını, hissettiklerini bir daha yazamazsın işte…

İçinden; “Keşke bir yerlerde yazıp saklasaydım” dersin ama çok geç olur. O ilham bir daha geri gelmez. Yazamazsın 2 saat önce ya da 1 gün önce yazdıklarını...

Hayal ürünü şeyleri yazmanın çok kolay olduğunu düşünüyorum ve buna da inanıyorum. E tabi ki hayal gücün varsa yazarsın. Eğer yoksa bir şey olmaz o zaman. Hikaye, roman gibi bir kitap yazmak; aslında daha kolay bence. Biyografi ya da kendi hayatını, kendini yazmak çok zor ve uğraştırıcı...
........
Eğer ki bir gün; bir kitap yazma işine bulaşırsam; “hayatımı yazacağım” demiştim kendi kendime. “Mina Urgan” gibi mesela. Ama çok zor. Çoktan vazgeçtim bu işten. İnsanın tüm içtenliğiyle kendini, yaşadıklarını dürüstçe yazması sanıldığı gibi basit değil. Zaten hiçbir yazar da; her şeyi dürüstçe yazmıyordur. Bu da bir gerçek. Bunda da haklılar. İnsanın hayatta kendine sakladığı bir şeyler olmalı. Herkes her şeyini bilmek zorunda değil!..

En güzeli mis gibi sonsuz hayaller kurmak. Hayalimdeki duygularımı canlandırmak, o duyguları yaşayatacaklarıma birer isim takmak, onları o isimle bir yerlerde hayat vermek. Ve de tüm bunları birleştirip, yazmak. Nedense bu düşünce bana daha kolay geldi bir anda. Ne oldu bana böyle? Kitap falan mı yazmak istiyorum ne?..

Olabildiğince hayaller kurmak ve bu hayallerimi uzattıkça uzatıp, roman yazmak istedim herhalde?..

Romanımın adı da hazır: “7.His”…

Bu arada yazarken de; bir yandan da güldüm kendime!..

“Bu ne güven böyle Ebruli” dedim içimden. Yazarlarımız görmesin bu yazdıklarını sana kesin kızacaklar. Haberin yok!..

Bu arada “yazar” olmak için bir okula falan gitmeme gerek var mı? Bunun okulu var mıdır ki? Her kitap yazan yazar; bununla ilgili bir bölüm okuyup, bitirmiş midir ki?..
*******
Cevap: "Hiç sanmıyorum!" olabilir mi?..

3 Aralık 2008 Çarşamba

Çok özel bir gün; benim için&onun için...


Aşkım için yazıyorum
Aşkıma yazıyorum bu satırları
Ona hediye edeceğim çünkü
Bu özel günümüzde; en güzel hediyeyi
Ona vereceğim
İlk şiirimi yazıyorum, Aşkıma
Beni ne kadar çok sevdiğini
Bildiğim için yazıyorum bunları

İyi ki; benimlesin, hayatımdasın ve
İyi ki; evlenmişim seninle
Çok güzel ve o kadar iyi bir kalbin var ki
Neşelisin, komiksin
Çok tatlısın
Hep böyle kal, hep böyle ol
Asla değişme bebeğim
*********
Hayatımın sonuna kadar, yalnızca seninle
Sadece seninle, yaşamak istiyorum
**********
Sen benim heyecanımsın
Benim sığınağımsın
*********
Sensiz bir hayat, bir ömür düşünemem
Bir gün bile yanımda olmasan
Rahat ve huzurlu değilim
Seni çok özlerim
Sensiz olamam
Sensiz yapamam

Bu güzel günümüzde
İlk defa yazdım sana bunları
Senin için, yalnızca senin

Seni o kadar çok seviyorum ki
Bu sevgim bile beni korkutuyor
Hayatımda bir kişiyi bu kadar çok sevmek yeter bana

Sevgimiz bitmesin, bozulmasın
Ne olursa olsun yanındayım
Seni seveceğim, seni koruyacağım
Sana sımsıkı sarılacağım
Her zaman, her an

Tek dileğim
Seninle hayatımı yaşamak
Seninle birlikte yaşlanmak
Ve birbirimizi karşılıksız sevmek

Seni çok seviyorum Aşkım
Belki de; senin beni sevdiğinden daha çok
Daha fazla seviyorum seni
Hep de seveceğim
Ölünceye kadar

Ebruli

1 Aralık 2008 Pazartesi

Her zaman, her yazıya da başlık olmaz ki...

Dün akşam evdeki eski dergilerimi elden geçirirken; okumadığım bazı röportajları keşfetme ve onları okuma fırsatım oldu. Mesela Maison Française adlı derginin 2005 yılı Ağustos sayısında; Notting Hill’de yaşayan ünlü tasarımcı Tricia Guild ile ağırlık yemek ve sofra tasarımı üzerine yapılan röportajda kadının söylemiş olduklarından en beğendiklerimi seçtim ve yazdım…
**
“Yemeği tabağımın üzerine öylece bırakıp, servis yapılması beni rahatsız eder. Yemeğin sunumu da lezzeti kadar önemli.”
**
"Çiçeklerin iyice solmadan, çöpe atılmasına dayanamam. Onları daha çok yaşatmak için uğraşırım her zaman.”
**
“Yemeğin çok güzel bir ikrama ama kötü bir tada sahip olması, emekleri boşa götürür.”
**
“Ağırlama sanatı hem fikir değiş tokuşu, hem de sunma keyfidir.”(En çok da bu sözünü beğendim.)
**
“Çok olandan hoşlanmam, tıpkı az olandan da hoşlanmadığım gibi.”
**
Ayrıca yukarıda “Notthing Hill” yazınca aklıma; Julia Roberts ve Hugh Grant’ın birlikte oynadıkları film geldi. Bu film de Notting Hill’de çevrilmişti ve filmin adı da Notting Hill’di. Bu filmi 1999-2000 yılında tam hatırlamıyorum sinemada izlemiştim aşkımla birlikte. O kadar çok beğenmiştim ki! Harika bir filmdi. Daha sonra TV’de de gösterilmişti. Hem de cok fazla. Ben bu filmi sanırım 4-5 defa TV'de izlemiştim. Bayıla bayıla...
****
Bu yazımı yazdım ve TV seyrederken; TNT kanalında yarın akşam bu film yani "Notting Hill" gösterilecekmiş. Çok şaşırdım. Yine inanamadım. Allah'tan başka bir şey isteseymişim diye içimden geçirdim. Tekrar, tekrar ama yine de izlemeyi istiyorum. Bu 6. ya da 7. olacak ama...
****
Bu aralar Ajda Pekkan’ın yeni kasetinden “Aynen Öyle” şarkısına takmış vaziyetteyim. Uzun zamandır hiçbir şarkıya bu kadar takmamış, beğenmemiştim. Ne de olsa söz-müzik Şehrazat olunca, böyle oluyor sanırım. Ama Ajda’nın yorumunu ve sesini de yabana atamam. Süper kadınsın Ajda!..
***
Ajda Pekkan; 12 Şubat 2009’da tam 63 yaşına girecekmiş. Onun klibini izlerken hiç de bu yaşta olduğunu hissetmedim. O kadar genç ve enerjik duruyor ki! Ama helal olsun ona. Estetik, mestetik ama hala güzel, hala hoş hatun. Darısı bize…
***
Bu arada; Hümeyra, Güven Hokna, Ayşen Gruda ve de Tansu Çiller teyzeciğim de Ajda ile aynı yaştalarmış…
**********
“Aynen Öyle”
***************************
Bugün takvime baktım
Yaprağını kopardım attım
Seni tanıyacağımı bilseydim
Yapar mıydım (atar mıydım)
Unutma bugün bu tarihi
Bu aşkımızın ilk sahnesi
Yüreğime indi perdesi
Aynen öyle aynen öyle
Unutma bu günü bu tarihi
Kelimelere sığmaz tarifi
Dize getirdim talihi
Aynen öyle aynen öyle
Kalem yazar tükenir
Kader yazar tükenmez
Tükenmesin sevgimiz
Aynen öyle aynen öyle
Hemen koşa koşa evime gittim
Evimin altını üstüne getirdim
Tarih burada kader burada
Yaprağında
Aynen öyle aynen öyle
***************************
Söz-Müzik: Şehrazat

27 Kasım 2008 Perşembe

Yazmak neyi değiştirir?..

İki gün iyi haber okuyorum. Sanki 5 gün kötü haber okuyorum gibi geliyor bana…
Dünya da yaşamak, bir hayata sahip olmak…
İyi mi? yoksa kötü mü?..
Bunu bir türlü anlayamadım ve anlayamıyorum. Şimdi şu anda değil! Yıllardır böyleyim…
Bazıları çok mutluyken; birileri üzgün, mutsuz, aç ve ülkesinde belki savaş var…
**
Yaşamak anlamlı mı? Güzel mi?..
Onlar için…
Mutlu olanlara sormuyorum bu soruyu?..
Mutsuz, kötü bir hayat yaşayan, hatta ölmeyi bile düşünenlere soruyorum…
Bazıları intihar edip, kendilerini öldürdüklerinde…
**
Onlara kızmamak, yargılamamak, hak vermek gerekli belki de…
Kim bilir nasıl bir hayat, nasıl işkence ve acıyla dolu bir hayat yaşamıştı…
Ve hala yaşıyordu…
Eğer ölmeseydi de; hala yaşıyor olacaktı…
Ama bir şey var ki; kişi sadece ve sadece kendine zarar vermeli…
**
Öyle topluca bir aile katliamı falan yapmamalı…
“Ben öleceğim ve…
Siz de yaşamayın, siz de benimle beraber toprağa girin” dememeli…
Sadece ve sadece kendisine zarar vermeli…
Sadece kendisini öldürmeli…
O zavallı ailesinin, minik yavrularının ne suçu var ki?..
Neden sadece kendini öldüremez ki insan!..
***
Bunları yazdım çünkü; “aile katliamı” ile ilgili haberlerden, onları okumaktan, okurken üzülmekten, içimin sıkılmasından bıktım, usandım…
Biliyorum ki; çok şey istiyorum. Asla gerçekleşmeyecek bir şey istiyorum…
Ama yine de isteyeceğim ve yazacağım…
Güzelliklerin yaşandığı ve acıların azaldığı bir dünya istiyorum…
Herkes için, hepimiz için…
Lütfen! Belki hepimiz, tüm dünya isterse olur…
Kim bilir; belki bir gün…
Yüzyıllar sonra belki…
........
Bu arada yukarıda ki fotoğraf ise bugüne kadar gördüğüm en güzel, en müthiş, bende mükemmel duygular uyandıran bir fotoğraf. Hatta ve hatta "Hayatımın fotoğrafı" bile diyebilirim. Ayrıca; internetten bulduğum, yıllardır bilgisayarımda sakladığım bir fotoğraf. Bloğumu ilk açtığım gün, ilk yazdığım yazıma koyduğum fotoğraf ta; yine ta kendisi olurlar...
.......
Yalnız bu fotoğrafı kimin çektiğini bilmiyorum ve çok merak ediyorum. Süper ve mucize bir yetenek bence. Keşke zamanında bilgisayarıma kaydederken, ismini de fotoğrafın altına not etseymişim...
........
Yazımı okuyunca farkettim de; topu topu 9 satırlık olan son iki paragrafımda, tam 7 defa "fotoğraf" kelimesini kullanmışım. Vay be!..

25 Kasım 2008 Salı

E çok güzelsin ama...




Dün akşam şöyle bir internet de sörf yaparken; burada ve buradan televizyonda gördüğüm yeni açılmış bir otel hakkında fazlasıyla bilgi sahibi oldum…
....
Bu otel meğersem neymiş yahu!..
..........
Güney Afrikalı bir yatırımcı amca (Sol Kerzner) tarafından Dubai’de yaptırılan bu otelin adı “Atlantis Hotel”. Yaklaşık maliyeti ise 1,5 milyar $ mış efendim. Evet, evet milyar dolar. Yanlış yazmadım. Açılışında ki gösteriler için ise; “Pekin Olimpiyatlarını” hazırlayan ekip görev almış. İnanabiliyor musunuz buna?..
...........
Bu otelin açılışı için harcana masraf bedeli ise tahmini 15 milyon $ mış. Ne açılış olmuştur ama! Bu arada otel 22 katlı ve 1539 odadan oluşuyormuş. İçinde en büyük deniz canlılarının yaşadığı bir kompleks bulunuyormuş. Burada 65 bin adet deniz canlısı yaşıyormuş. Otelin en merak ettiğim yönü de burası oldu. Bu kadar canlının yaşadığı yeri görmeyi çok isterdim. Ama maalesef bu otelin fiyatları inanılmaz uçuk. Bir odanın fiyatı 13 bin$ - 25 bin$ arasında değişiyormuş…
............
Bu fiyatın üzerine aşkıma: “Biz en iyisi evi, arabayı satıp bir on gün bu otele gidelim, kalalım mı?” dedim.
........
O da: "Boşver, sahibi zaten yeterince zengindir. Bir de biz, onun zenginliğini artırmayalım" dedi.
........
***Dalga denizde olur. Dalga geçmeyi bırak Ebruli! Sen deniz misin?..
...........
---Hayır deniz değilim. Ama keşke olsaydım. Tamam! Peki ! Şimdi ciddiyim...
...Da
Yani bir otelin de, bu kadar pahalı olmasına bir anlam veremedim. Mantık dışı rakamlar bence...
..........
Düşündüm de; zenginleri kibarca soymanın kaliteli yolu bu olsa gerek!..

24 Kasım 2008 Pazartesi

"Ruh ikizlerim" benim...

Bazen bloglarda gezerken, onların yazdığı yazıları okurken; "Benim gibi düşünen, bana benzeyen ne kadar çok ruh ikizim varmış" diye bir seviniyorum. Bir seviniyorum ki; anlatamammmmm!..
.........
Nice, nice "Ruh İkizlerime" diyorum...
.........
İnsanın kendi gibi düşünen, kendine benzer karakteri olan birilerinin de bu dünyada, bir yerlerde yaşadığını bilmek ne kadar güzel bir duyguymuş be!..
..........
Ooooffffff ! Çok rahatladım, bayıldım bu işe...

20 Kasım 2008 Perşembe

Değişik bir tarif...

Hımmm! Nefis bir tarif keşfettim sanırım. Sevgili Zeynepciğimin' in bloğunda. Aslında henüz denemedim ama sanirim bu hafta sonu olabilir. Eğer kalorisi az bir tatlı yapıp da; yemek istiyorsanız eğer kesinlikle deneyin. Çünkü bu kek başka bir kek. Yani içinde ne yağ var ne de süt. Evet sakın şaşırmayın!.. Çünkü gerçekten de öyle...
.......
Bana önce bu tarifte bir eksiklik varmışi gibi gelmişti ama meğerse doğruymuş. Süt&yağ ikilisi bu kekin içinde yok! (Bu ikilinin kekin içinde olmayışını hala kabullenemedim gitti!..)
.......
Denemek isteyenler denesinler bakalım. "Yağsız kek" nasıl oluyormuş bir görelim. Ben sonucu söylemeyeceğim süpriz olsun. En iyisi deneyerek görmek...
........
Haaa, bu arada kekin tarifi de; Portakal Ağacı'na ait...

17 Kasım 2008 Pazartesi

İçimden şöyle bir geçenler...

Yıllar geçiyor, yaşım ilerliyor ve olgunlaşıyorum ama…

Her nedense; bazı şeylere boş verip, sinirlenmeden yapamıyorum…

Bu aralar; “Kendini erişilmez, ulaşılmaz hatta mükemmel olduğunu zanneden tiplere” sinir, hatta sinir ötesi gıcık mı gıcık oluyorum. Ayrıca bu insanların yazılarına da gıcık oluyorum…

*** E sen de okuma o zaman onları!...

--- Okumuyorum ama ara sıra gıcık olmak iyi gelir belki diye zevkli oluyor bazen. Bu duyguyu da yaşamak lazım belki. “Gıcık olmak” duygusunu…

Catherine Zeta Jones da; estetikli güzellerdenmiş. Bugün tesadüfen öğrendim. İnternette estetik ameliyatı olmadan önceki, eski fotoğraflarına rastladım ve çok şaşırdım. Ben onun doğuştan güzel olduğunu sanıyordum. Bugüne kadar hiç duymamışım, bir yerde okumamışım demek. O da Deniz Akkaya gibi evrim geçirmiş kesin. Mucize güzelliğine bu şekilde yani ameliyat sonucu sahip olmuş…

Artık soğuklar başladı. Son birkaç aydır farkına vardığım ilk sisli, kapalı, puslu ve yağışlı günü geçiriyorum. Yine yaz melodramları başladı bende. Yaz gelsin. Sıcak, deniz, güneş ve kum. Bu kış yine hep bu kelimeler ağzımda dolanacak herhalde…

Şu anda canım siyah çikolata soslu ve hafif ısıtılmış donut ve yanında miissss gibi sıcacık bir çay çekti. Acayip derecede, olsa da yesem diyorum şimdi…

Dün yürüyüş yaparken şirin bir köpekcikle bakıştık. O bana baktı, ben ona baktım. Onunla konuştum. Bana o kadar anlamlı bakıyordu ki; sanki bana: “Beni evine alıp, bana bakar mısın? Senin olmak istiyorum” diyordu. Gözleriyle adeta bana bunları söyledi o şeker şey…

Hafta sonları çabuk geçmesin. Saatler, günler çabuk geçmesin. Bu gidişle bir bakacağız ki; “50 yaşına” gelmişiz, gelmişim. Hiç istemiyorum. Hem de hiç. Aslında 20’li yaşlarımda kalmak...
*****
Hatta; şu anda 16-17 yaşlarımda ve Çınarcık’da olmak istiyorum. Aylardan da “Temmuz” olsun lütfeeennnn!..

12 Kasım 2008 Çarşamba

Hayat...


Bu yıl ama hangi ay olduğunu tam olarak hatırlayamadığım; Living.etc adlı dergide bir röportaj okumuştum. Kişiye sorulan sorulardan birisi şuydu: Sizce "hayat" nedir?
......
Kişinin bu soruya verdiği cevap ise: "Siz başka planlar yaparken, başınıza gelenlerdir"...
.......
Bu kısacık ve anlam yüklü cümleye o an bayıldım. Adeta tutuldum diyebilirim ve hiç aklımdan çıkmıyor artık. Aslında okuduğum dergiyi bulabilseydim eğer; röportajın sahibinin kim olduğunu da yazacaktım ama arayıp, bulamadım işte. Aslında tanınmış biriydi ama hatırlayamadım ne yazık ki...
.......
"Hayat" adlı kelimenin, bu kısacık anlatımı beni adeta büyüledi. Okuduğum ilk anda; söyleyen kişiye ulaşıp, kendisi tebrik etmek istedim aslında. Gerçekten de. Çok hoşuma gidiyor kısacık ama anlam dolu kelimeler...
......
Peki sizce, sizin pencerenizden "hayat" nedir?..
...........
Yukarıdaki fotoğrafları kuzenim Eda mailime göndermiş. Çok beğendim, bayıldım. Yazım fotoğrafsız, renksiz olmasın diye ekledim onları buraya. Çok tatlılar değil mi ama?..

9 Kasım 2008 Pazar

Benim için çok anlamlı...


Nedense en çok sevdiğim şeylerden birisi de fotoğraflar. Siyah-beyaz ya da renkli farketmez. Ama favorim nostalji yani siyah-beyaz fotoğraflar. Her anı vurgulayan, ölümsüzleştiren, o anda yüzünüze yansıyan duyguyu en iyi anlatan, ifade eden; bence sadece fotoğraflar...
.....
Bazı fotoğraflar var ki; yüz belki bin kelimeye bedel. Sözle anlatamayacağınız, ifade edemeyeceğiniz şeyleri size ifade eden, tek şey fotoğraflar. Ama bu fotoğraflar sadece insan portreleri değil tabi ki de…

Bunlar herhangi bir anın fotoğrafı olabilir. Ağaçta yağmurdan ıslanmış koparılmayı bekleyen bir elmanın, gökyüzünde uçan bir leyleğin, süper bir gökkuşağının, gözyaşı damlayan bir gözün, kıpkırmızı bir gökyüzünün, nasır tutmuş bir elin, kahkaha atan bir yüzün, vs…

Ben güzel ve anlamlı fotoğraflara bakarken müthiş bir keyif alıyorum. Okurken bu keyfi alamıyorum. Görsellik benim için öncelikli. Sanırım anlatılmak istenilen duyguları okurken değil de; bakarken daha iyi anlayabiliyorum. Daha çok şey düşünüp, hissedebiliyorum. Bence tek bir fotoğraf, bir tek bakış bile insana çok şey anlatabiliyor. Uzun uzun satırları, fazladan sıralanmış dolambaçlı kelimeleri okumak adeta beni sıkıyor, boğuyor. Kısa ve öz yazılmış yazıları okumayı daha çok seviyorum. Ama bir sürü fotoğraf olsun, her şeyle ilgili, hiç üşenmeden tek tek onlara bakıp; bana neler hissettirdiğini düşünürüm. Bana daha fazla duygu hissettirir, daha çok şeyi sorgulatır…

Yaşanan kötü olayların, kötü anların fotoğraflarına da bakıyorum ama çok zevk alarak değil. Üzülüyorum, moralim bozuluyor bazen. Hem de çok. Gazeteci-habercilerin işi gerçekten de çok zor. Özellikle savaşların yaşandığı yerlerde görev yapanların. Moralimi yükseltecek fotoğraflar favorim ama bazen acı çeken insanların da neler yaşayıp, hissettiğini öğrenmek için bu tarz fotoğraflara bakmak lazım. Onlar neler çekiyor, neler yaşıyorlar diye…

Benim de fotoğraf hobim var. Bakmayı, çekmeyi, onları albümlerimde biriktirip, yıllarca saklamayı çok seviyorum. Benim için çok kıymetliler…
....
***Fotoğraf alıntıdır...

19 Ekim 2008 Pazar

Dile kolay; tam "22 yıl" sonra...

Uzun bir yazı oldu biliyorum. Ama benim için anlamı çok büyük…

Güzel günler ne çabuk geçiyor. Hele de; uzun zamandır görmediğin biriyle, bir sevdiğinle berabersen yandın o zaman. İstiyorsun ki; zaman dursun, saatler ve dakikalar geçmesin. Çünkü “O” gidecek. Hem de yurt dışına. Kim bilir bir daha ne zaman görüşülecek diye düşünüyor ve üzülüyorum…

Bloğumda 21 Haziran ve 27 Haziran tarihlerinde yazdığım iki yazım vardı; “Dilek kapınız açık mı?” başlıklı. Aslında önce bu yazdıklarımı okuyabilirseniz eğer ( okuyanlar hatırlar belki, ama ya okumayanlar; onların hiçbir bilgisi yok bu konuda, üşenmeyen okusun diyorum) bu yazımı daha iyi anlarsınız. Benim bir isteğim gerçekleşmişti. Ama bu istek öyle bir istek di ki; gerçekleşmesinden ümidini kestiğim, mucize gibi bir istek…

Sonunda onunla yani Gülay ile birbirimizi bulduk. Üzgünüm ki; “Facebook” sayesinde birbirimizi bulmadık. Haziran ayında benim izimi bulup, beni aradı. Ben şoktaydım o zamanlar. Bununla birlikte; maillesmeler, telefonlaşmalar ve birbirimize fotoğraf göndermeler falan oldu. Tam onunla 22 yıldır birbirimiz görmedik, görüşemedik. 1990 ya da 1991 yılında ona yazmış olduğum mektubuma cevap gelmemişti. Sonra arkasından iki defa daha yazdım ve ondan yine mektup gelmemişti. Ben de bir daha yazmadım. Demek ki; o zamanlarda “o bana yazmıyor, ben de ona artık yazmayacağım” diye düşündüm herhalde. Sonra da; benim adresimi kaybettiğini, ya da taşınmış olabileceğini düşündüm. Birbirimize telefon numaralarımızı vermemiştik. Arayamayabiliriz diye. Çünkü o yıllarda ülkeler arası görüşmeler çok pahalıydı. Bu yüzden onunla telefonda konuşma şansım olmadı. Belki de onunla mektuplaşmak daha güzel gelmişti bana. İnsan konuşamadığı bir sürü şeyi mektubunda yazabiliyor. Duygularını yazarak daha rahat bir şekilde dile getirebiliyor. Aslında en güzeli mektuplaşmak bence. Gerçi artık “mektup yazıp” postaya vermiyorum sadece. Bunun yerine; mektubu yazıyorum ve maille gönderiyorum. En azından 7-15 gün yerine, anında gidiyor. Süper bir şey bence “anında mektuplaşmak”…

Dönelim tekrar Gülay’a. Çocukluğum onunla birlikte geçmişti, birbirimize cok yakındık. Ailelerimiz de tanışıyorlardı. Ama bizim Ankara’ya, onun da Almanya’ya taşınması bizi, birbirimizden ayırmıştı. Ayrılışımız bu şekilde oldu. Yoksa bizim arkadaşlığımız eminim ki; bugüne kadar devam ederdi…

Gülay ile en son mektuplaşmamız, 1990 yılı, ya da sonlarına doğru. Onunla en son görüşmemiz ise “1986” yılı. Yani 22 yıldır birbirimizi hiç görmedik ve sesimizi hiç duymadık. Bu kadar yıldan sonra o beni buldu. Bence bu bir “mucize”. Asla aklıma gelmeyecek, bir mucize. Beni “google” da aramış. Ama benimle ilgili hiçbir siteye ulaşamamış. Kız kardeşlerimden sadece birisinin isminden bir siteye ulaşıp, kız kardeşimi bulmuş. Ondan da; beni buldu işte. Ben hala inanamıyorum. Aslında bazen bu rüya gibi bir şey deyip, geçiyorum. Kendim bile inanamıyorum…

Onunla hemen, bu yıl görüşemeyiz diye düşünmüştüm. Artık kim bilir ne zaman görüşürüz diye içimden söyleniyordum. O Almanya’da, ben Türkiye’de. Ama öyle olmadı işte. Gülay sürpriz bir haberle beni aradı ve sonunda 3 Ekim’de Ankara’ya geldi. Onu görmek, ona sarılmak, gözlerinin içine bakmak harikaydı. Yıllar geçse de yine değişmemişti yüzü. Gözleri yine aynı bakıyordu. Gülüşü aynıydı. Ona bakarken, onunla konuşurken; hep çocukluğum ve Kastamonu’da yaşadığımız anılar geldi gözümün önüne. Çünkü hep o hatıralarla bırakmıştık birbirimizi. Bir daha hiç görüşememiştik ki!..

Ben de 2 gün kadar kalıp, Karabük’e anneannesinin yanına gitti. Orada 2 hafta kaldıktan sonra, Almanya’ya dönmeden önce yine ben de 2 gün kaldı. Yani “22 yıl aradan sonra” sadece 4 günümüz birlikte geçti. Ama ben buna da razıyım. İnşallah bundan sonra az da olsa birbirimizi görebiliriz. 22 yılı 4 güne sığdırmak hiç de kolay değil çünkü…

Bu kadar yıldan sonra ilk görüşmemiz olmasına rağmen; aramızda ne bir soğukluk, ne bir mesafe ne de bir resmiyet oldu. Bıraktığımız yerden devam ettik sanki. Asıl inanamadığım, asıl ilginç olan buydu aslında. Bu duyguyu ancak insan ailesinden biriyle ayrı kalırsa yaşayabilir. Yani “bıraktığı yerden devam edebilir” diye düşünürüm. Çevremdeki arkadaşlarım da bana; “22 yıl hiç görüşmemişsiniz, çocukken ayrılmışsınız. Bu kadar yıldan sonra ne konuşup, ne paylaşacaksınız, aranız eskisi gibi olmaz” diye bir sürü yorumlar yapmışlardı. Ben de bunlardan etkilenip, üzülmüştüm. Ama hiç öyle bir şey olmadı işte. Tam tersine birbirimize karşı; gayet sevgi dolu ve gayet de yakındık. Ama bunu, böyle bir duyguyu yaşayan, dünyada ya da Türkiye’de kaç tane insan vardır ki? Herkesin yaşayabileceği bir şey değil bence. O yüzden de “sadece yaşayan bilir”…

Onun gelişini büyük bir heyecan ve merakla bekledim. Ama ne var ki; geldi ve gitti. Şimdi Almanya’da. Ona kızı ve eşiyle birlikte sağlıklı ve mutlu bir hayat diliyorum. O dünyada ki bütün iyi şeyleri hak ediyor. Umarım hayatında istediği her şey olur. Onu bulduğuma, onunla konuştuğuma, ona sarıldığıma, gözlerinin içine baktığıma o kadar sevindim ki!..

Eğer onunla görüşemeseydik; sadece onun yaşadığını, hayatta olduğunu bilmek bile benim için yeterli olabilecekti. Bunu öğrenmek bile bana verilen en güzel hediyeydi. Çünkü uzun yıllar onu hep merak ettim. “Acaba hayatta mı?, sağlıklı mı?, ne iş yapıyor? evlendi mi?” diye. Ne zaman “Gülay” ismini duysam; aklıma hep o gelirdi. Ve arkasından da; bu sorular gelirdi…

“Çocukluk arkadaşı” deyip de; geçmemek lazım. Belki aynı şehirlerde, aynı ülkede yaşıyor olsaymışız, kim bilir nasıl bir dostluğumuz olacakmış. Birbirimizi çok severken ayrıldığımız için asla birbirimizi unutmamışız diye düşünüyorum. Oysa çocukluğunda insanın hayatında bir sürü arkadaşı olabiliyor. Belki çoğunu da; çok seviyor ve bir daha göremiyor olabiliyor. Ama ben en çok “Gülay” ımı aradım, yıllarca onu merak ettim. Ondan bir haber almayı bekledim. Demek ki; en çok onu sevmişim, onu özlemişim. Canım dostum, arkadaşım, kardeşim benim. Seni hep seveceğim ve bundan sonra asla birbirimizi kaybetmeyeceğiz…

13 Ekim 2008 Pazartesi

Maceraların en güzeli:::İstanbul:::

İstanbul maceramızda kaldığımız otelin odasından çektiğim bir kare. Sabahları o kadar güzel bir manzaraya karşı uyanıyorduk ki; odadan dışarı çıkıp, İstanbul'u gezmek dahi istemiyorduk. Daha çok ben istemiyordum...


Bir günümüzü Büyük Ada'da geçirelim istedik ve vapurla yolculuk yaptık. Vapurdan giderken izlemeye doyamadığım bir görüntü...

Büyük Ada'da avını kaybedip, arayan bir pisicik...

Kalığımız otelin teras katındaki mandalina ağaçlarından. Mandalinayı elime alıp, kokladım. Sadece kokladım, içime çektim ama yemedim...

Arnavutköy taraflarında İzmit'den gelen bir Müze Gemisi vardı. Döneceğimiz gün gezmiştik gemiyi. Gezerken el emeği ile yapılmış maket gemiler vardı. Onlardan beğendiğim bir tanesi...

"Emirgan Korusu"nda birbirine sarmaş dolaş olmuş, "sevgili olan ağaçları" keşfettim. Ağaçlardan bir tanesi palmiye ama diğerinin cinsi neydi onu bilemiyorum. Hayatımda ilk defa bu şekilde birbirine yapışık olarak büyümüş iki ağacı gördüm. Görmekle kalmadım, sizlere de göstermek istedim. Çok ilginç değil mi?..


Kaldığımız oteli özlüyorum. İstanbul'da bu manzaraya karşı daha uzun günler kalmak isterdim. Beş gün yeterli gelmedi bana. Böyle bir manzara bırakılıp da, gelinir mi hiç?..

Ortaköy'ü, Bebeği ve Emirgan'ı fethettik. Artık heryerini ezberledik. Bir daha asla unutmayız...


Hep "beyaz bir güvercin" fotoğrafı çekmek istemişimdir. İstanbul'a kısmetmiş bu da. Bebek sahilinde yürürken rastladık ona. Benden hiç kaçmadı, korkmadı. Rahatlıkla çektim ben de. Aslında güvercinlerle pek fazla aram iyi değil. Evimin camlarının önünde sürekli konaklıyorlar. Sanırım çay, kahve bir şeyler içip gidiyorlar. Ama temizlemeyi unutuyorlar. Bu yüzden onlarla aramız pek iyi değil...

Yine sahilde yürürken bu yaşlı amcaya hayran kaldım. Sahilde oturmak ve dinlenmek için oturma banklarından yoktu. Bu amca kendi şezlongunu yanında getirmiş ve denize sıfır oturup, gazetesini okuyordu. Ohhh be ne keyif ama değil mi? Aferin amcaya, takdir ettim onu. Hiç kimsenin aklına gelir mi, böyle bir şey yapmak. Mesela bizim aklımıza gelmemişti?..

Aşkımın yakın bir arkadaşı mutlaka "Rumeli Feneri"ne de gidin demiş. Biz de onun sözünü dinleyip, gittik. Yolda giderken arabayı bir yere çektik ve ben bu şahane manzaraları çektim. Daha bir sürü var dı da, bir kaç tanesini koydum. Rumeli Feneri'ne gittiğinizde; Marmara Denizi ile Karadeniz'in kesiştiği noktayı görüyorsunuz. Çok güzeldi, seyretmeye doyamadım ki! Buraya giderken de karşılıklı iki taraflı sadece ağaçların olduğu ıssız bir yoldan gidiyorsunuz. Deniz ise ağaçların ardında kalıyor. Sonra yukarıdaki ve aşağıdaki manzarayı ve daha güzellerini görüyorsunuz...


İstinye Park AVM'ni geçen sene de görmüştük ama yine gidelim istedik. Orada en çok hoşuma giden İstinye Pazarı ve Rain Forest Cafe. Haa bir de İstinye Pazarında ki "Balık Evinde" hamsi tava yemek. Şiddetle tavsiye edilir, bir Ankaralı olarak hem de. Bir İstanbulluya tavsiye etmek hiç haddimize düşmez tabiki de...

Rain Forest Cafe gerçekten de çok ilginç bir yer. Mutlaka gidilip, görülmesi gereken bir mekan. Girişinde gerçeğe benzeyen bir timsah var. Elektrikle canlıymış gibi hareket ettiriliyor. İçerde ise iki tane fil, goril ve kelebek var. En çok filleri beğendim. Kulakları, gözleri hareket ediyor ve ses çıkarıyor. Çok güzel yapılmış, gerçeğe çok yakın. Cafenin içini yağmur ormanlarına benzetmeğe çalışmışlar. Loş ve karanlık. Kendinizi bir ormandaymış gibi hissetmek ve o ormanda bir şeyler yemek istiyorsanız gidin derim. Bu arada; sahibi tanıdık ya da akraba falan değil. Bu kadar anlattım ama, sadece beğendiğim için. Reklamını yaptığımı sanmayın!..
Dikkat elinizi ısırabilir! Hıhhhh gerçek değil ki...

Büyük Ada'da yediğimiz dondurma. Korneti çok farklıydı. Sadece adada gördüm bu kornetlerden. İstanbul'da hiç görmedim. Ankara da da yok. Sadece adaya mahsus bunlar sanırım. Normalde dondurma aldığınızda kornete para ödemeyiz değil mi? Burada kornete de ayrıca para alıyorlar. Çok değişik bir sistem. Ama değer, süper bir dondurma. Ve de çikolataya ve fındık krığına bulanmış korneti de harikaydı. Artık önümüzdeki seneye, yani 2009 da bir daha yemek üzere, hoşçakal kornet!..

Ada'da sahile sıfır balık lokantalarının önünden geçerken bu manzaraya şahit olduk aşkımla. Bir sürü fotoğraf çekmişim bununla ilgili ama sadece bunu yayınladım. Bu kareye "kedilerin ve martıların kardeşliği" adını koydum. İkisi de birbiriyle çok iyi anlaşıyorlardı. Uzun bir süre bu ikiliyi izledik. İnanamadık...Çok güzeldi!..

Cici, güzel martı. Nerede senin kedi eşin. Söyle bana!..

Ada'da sokakların arasında gezerken bu kediye rastladım. O kadar tatlı uyuyordu ki. Canım hiç kıyamadım ona. İnşallah bir evi, yuvası vardır. Yoksa da inşallah olur...

Yine Ada'nın sokaklarında yürürken; bu ikiliye rastladık. Öylece yolda uyuya kalmışlardı. Ben onları çekerken hiç bakmadılar bile. Hiç uyanmadılar. Çok az güneş vuruyordu üzerlerine. Güneşe karşı öylece uyudular, uyanmadan. Ben gittim, sonra ne oldu bilemiyorum. Umarım ayaklarına basan birileri olmamıştır...

Ada'da "kahve dünyası" nı görünce hemen zıpladık aşkımla. Yüksekte olduğu için, manzarası süperdi. Oturduk, dinlendik ve ben harika türk kahvesinden içtim. Çok şirin bir yer. Henüz Ankara'da iki şubesi var. Umarım daha çok yere açarlar. Çikolataları da harika. Deneyin!..

Ada'ya giderken, vapurdan çektiğim bir kare. Martılara vermek için yanımda sadece bir tane simit vardı. İçimden "keşke yanıma büyük bir ekmek alsaydım" dedim. O anda demiştim yani...

Ada'dan dönerken çektiğim, bayıldığım, seyretmeğe doyamadığım, aşık olduğum bir anın fotoğrafı işte...

"Emirgan Korusu" İstanbul'da mutlaka gidilmesi, görülmesi gereken bir yer. İnanılmaz güzel bir tabiatı var. Ağaçlar, çiçekler, şehirden uzak, temiz bir hava, piknik alanları, Beyaz Köşk, Sarı Köşk ve Pembe Köşk adında üç tane restoranı, Emirgan'dan deniz manzarası, kuş sesleri...

Emirgan Korusu'ndan yine bir manzara. Çok beğendim burayı. Kesinlikle her İstanbul'a gidişimde mutlaka bıkmadan göreceğim bir mekan...



Fotoğrafda çatısı gözüken yer "Sarı Köşk". Burada; dört yıldır görmediğim liseden arkadaşım olan İlkay ile buluştuk. Onu gördüğüme o kadar çok sevindim ki. Uzun süredir görüşememiştik, özlemişim arkadaşımı. Bu arada Sarı Köşk'ü İstanbul Belediyesi işletiyormuş. Köşkün içi, manzarası ve yemekleri harika. Belediye işlettiği için fiyatlar da süper uygun...
Bir İstanbul maceramı kısa bir şekilde anlatmaya çalıştım ama aslında gezdiğim, gördüğüm, fotoğrafını çektiğim, anlatacağım bir sürü yerler var da; bunları yazacak "ne zaman, ne göz, ne parmak, ne de güç" var bende. Ben artık çok sık yazmadığım halde bloğumdan uzaklaşmaya başladım bu aralar. Çok üşenir oldum bloğuma bir şeyler yazmaya. Sürekli erteliyorum; "tamam yarın yazarım" diye diye. Ama o yarınlar bir türlü gelmiyor. Hatta yazacaklarımı bile unutuyorum. Üzerinden zaman geçince pek keyfi de kalmıyor açıkçası. Sanırım ben pek fazla içimdekileri olduğu gibi yazamıyorum. Sorun bundan kaynaklanıyor. Bakalım bu yazma işi ne zamana kadar sürecek?..
*
Merak ettim doğrusu. Bloğum birinci yaşını kutlayabilecek mi acaba?..

27 Eylül 2008 Cumartesi

Güneş ile aranı iyi tut...

Havalar güzel geçsin, şu yağan yağmurlar, esen fırtınalar bir süreliğine ara versin istiyorum...
.
Şu kısacık bayram tatilinde; (bazılarımıza 9 gün desek, ben de dahil) güneşli, ılık bir hava diliyorum, tüm Türkiye'ye...
.
Lütfen güneşle aranı iyi tut. Aranızı bozma sakın. Ona bir süreliğine iyi davran lütfen. Aranıza kara kedilerin (yağmur&fırtına) girmesine izin verme. Bayramda insanlar biraz gezsinler, açık havada dolaşsınlar. Mutlu olsunlar lütfen...
.
Tamam, söz değil mi? Güneş ile kavga etmek, onu küstürmek yok, tamam mı?..
.
Ben yolcuyum da yine. Hem de aşık olduğum bir şehre...
.
Bu bayram tatilinde güneş ile arası iyi olsa fena olmaz...
.
Eyyyyy! Güzel "İstanbul" duyuyor musun beni?..
.
Bir çok insan gibi, biz de sana geliyoruz...
.
Lütfen havan güzel, güneşli olsun...
.
Ne olur? Gezeceğim, göreceğim bir sürü yer var! Lütfeeeeeennnnnn!..

P.S: Herkese mutluluk ve huzur dolu bayramlar diliyorum ve de iyi tatiller...

17 Eylül 2008 Çarşamba

"Tatil" demek...

Uzun bir aradan sonra döndüm, burdayım. Aslında gitmeden birşeyler yazmıştım. Ama yorgunluktan yayınlamayı unuttum. Neyse güzel bir tatildi, sona erdi işte. Tatilden sonra genelde hüzünlenirim. Geçirdiğim günleri özlerim. Yine hüzünlendim. Bu kadar fotoğrafı yayınlayınca hatırlamamak mümkün mü?..
.
Benim için "tatil" demek;

Sürekli maviyi görmek, denizi hissetmek demek...


Sürekli yeşili görüp, onu koklamak demek...

Her sabah; kaldığımız odada, bu manzara ile uyanmak demek...


Her günü bu manzarayla bitirmek demek...

Yine yine, hiç bıkmadan güneşin batışını çekmek demek...


Kaydıraklardan kayıp; hala genç olduğumu hissetmek demek...

Kumlarda sürekli "ayak izini bırakmak" demek...

Yumuşacık kumlara aşkını yazmak demek...

Sahilde akşam üstü, ayaklarım denizin içinde yürümek demek...


Akşam üstü, havuza karşı beş çayını yudumlamak demek...

Palmiyelerin altında serinlemek demek...

Her sabah bıkmadan, usanmadan "pan cake ya da krepi, bal ve taze dilimlenmiş portakal" ile yemek demek...

Her gün sahilde "güneşin batışını" büyük bir aşkla izlemek demek...


İşte "tatil" denince; bu yıl benim için aklımda kalacak olanlar bunlardı...

Her tarafta saksıların içinde inanılmaz güzellikte açmış çiçeklerden vardı. Hergün onları ellerimle sevdim, okşadım...

Otelin bahçesinde bir kaç tane "nar ağacı" vardı. Ankara'da böyle ağaçlar göremediğim için çok hoşuma gitti. Aslında narlar olmamışdı ama ben yine de bir tane koparmak istedim. Ama koparmadım; olmamış narı yiyemem diye...

Otelin duvarına yapılmış olan bu "uçan at heykeli" ni çok beğendim. Bu heykel otelin amblemi aslında...

Benden bu kadar. Şimdi geldi sıra; takip ettiğim blogların birikmiş yazılarını okumaya. 30 Ağustos dan itibaren bilgisayar hiç kullanmadım. Kimbilir okuyacağım ne kadar fazla yazı var. İşte en kötüsü de bu. Ben tatildeyken; takip ettiğim bloglar her gün yazmaya devam ediyor. Bunca biriken, okumam gereken yazıları ben ne zaman okuyup, bitireceğim. Sorabilir miyim size lütfen?..