31 Mart 2008 Pazartesi

Ömür boyu mutluluklar :::G&E:::






O güzel, özel gün, o heyecanlı gün geldi ve bitti, bitiverdi işte. Halbuki ne kadar da heyecanla bekliyorduk. Ne de güzel hazırlanmıştık. Çok heyecanlıydık. Ama ne kadar çabuk geldi ve geçti. Yine zamanı durduramadım o gün. Kuzenim Egemen ve Gözde 29 Mart’da evlendiler. Onlara ömür boyu mutluluklar diliyorum. Çok mutlu bir günümüzdü o gün. Gözde ve Egemen, bizler, herkes ve her şey çok güzeldi. Nikah kıyılırken; Egemen’in nikah memuruna verdiği “Evet” cevabı, o kadar hoştu ki, salonu inletti. Arkasından Gözde’nin “Evet”i, inanılmaz yüksek ve güçlü bir evet oldu. Hatta söylemeden önce salondaki konukları uyardı bile. Çok yüksek sesten rahatsız olabilirsiniz diye. Ve alabildiğince bağırdı Gözde, “Evvveeeeeettttttt” diye. Anlayacağınız “Evet”lere bayıldık, evetlerin güçlerine bayıldık. *

Türk-Japon Vakfında yapılan nikah töreni, çok şirindi. Burada bir nikah törenine ilk kez katıldım. Daha önce hiç gitmemiştim. Nikah salonunda değişik bir şey daha yapıldı. Güzel bir slayt gösterisi hazırlamışlar. Egemen ve Gözde’nin çocukluğundan başlayarak; kendilerine, ailelerine ve arkadaşlarına ait fotoğraflardan gösterdiler. İzlerken çok duygulandım. Çok değişik, çok güzel bir düşünce, bayıldım doğrusu. Fotoğrafların içinde halam ile eniştemin evlendikleri gün, çekilmiş olan fotoğrafı da vardı. Bu fotoğraf, salondaki misafirlerden, büyük bir alkış aldı.
******
Nikah çikolatasına ise sayısal loto kuponu koymuşlar. Bu da çok değişik ve müthiş bir fikir olmuş. Bakalım, aramızdan bir talihliye çıkar belki ne dersiniz? Ama eğer çıkarsa Gözde ve Egemen’in şansıdır bu şans. Ben ilk defa nikah şekerinde sayısal loto kuponu verildiğini gördüm. Siz daha önce böyle bir nikah şekeri görmüş müydünüz ? Bence süper bir fikir, bayıldım. Sayısal lotolu nikah çikolatasının fotoğrafını çekmeyi ne yazık ki unuttum. Heyecandan olsa gerek, bir güzel yedik. Keşke bir tane fazladan alsaymışım.uuu

Akşam ise Bilkent Hotel’de düğünümüz oldu. Her şey mükemmeldi, çok güzel bir organizasyondu. Emeği geçen herkese çok teşekkürler. Salon ve masalar çok güzel süslenmişti. Aydınlatma çok profesyoneldi. Yemekler zaten çooookkk lezzetliydi. Çalınan müzikler harikaydı, kısacası çok güzel geçti. Acayip oynadık. Hatta kardeşlerimden Banu ve Nükhet ve bazı bayanlar ayakkabılarını çıkarıp, oynadılar. Topuklu ayakkabılara daha fazla dayanamadılar. Gözdeciğimin gelinliği süperdi. Kendisi de inanılmaz güzel olmuştu. Yalnız bir türlü gelin ve damadı bir arada yakalayıp fotoğraf çektiremedik. Toplu halde çekilmiş bir tane fotoğrafımız var. Buna çok üzüldüm. Hep bir şekilde çekeriz diye erteledik ve ortada hiç fotoğraf yok. Çekilen fotoğraf çok da, Gözde ve Egemen yok içlerinde. Prenses Gözdemi ve Prens Egemenimi buradan tekrar tebrik ediyorum ve ömür boyu mutluluklar, diliyorum. Hayatları boyunca her şey istedikleri gibi olsun…***

Düğün salonuna yerleştirilen sinema ekranından, düğünden önce kameraya çekilmiş görüntüleri yayınladılar. Egemen ve Gözde’nin ailesinden ve arkadaşlarından oluşan kişilerle tek tek röportaj yapmışlar ve bunları bir araya getirmişler. Kişilerden Egemen ve Gözde ile ilgili kısa kısa yorumlar almışlar. Bu da çok güzel bir düşünce olmuş, değişikti. Ama sanırım ses düzeninde bir sorun vardı. Konuşanların ne dediklerini hiç anlayamadık. Sadece ekranda kendilerini gördük o kadar. Düğün pastası da bir harikaydı. Herkesin tabağına bembeyaz kalp şeklinde pastalar geldi. Çok şıktı, hatta kesmeye kıyamadım desem doğru olur. Alıp eve götürüp, saklamak istedim. Egemen’in ve Gözde’nin düğün pastası diye…Pastanın dilimlenmiş şekilde değil de, kalp şeklinde tek bir pasta olarak gelmesi de çok güzeldi…*******
jjjjjj
Onlar ertesi günü balayına gittiler. Şu anda Antalya’dalar. İnşallah Antalya’da fazla yağış olmaz da, havalar güzel ve sıcak geçer. Kaldıkları otelde, bir o kadar mükemmel. Adı “Adam&Eve” (Adem ve Havva).Tam bir balayı oteli. Balayına gitmeyi düşünen, yeni evli çiftlere duyurulur. Yeni evli olmayanlara da duyurulur. Ben henüz gitmedim, görmedim ama fotoğraflarını görmem yeterli oldu bile. Bayıldım, aşık oldum otele, ben de gitmek istiyorum…
******
Heeeeyyyy! yeni evliler (G&E) size söylüyorum. Beni duyuyor musunuz? “Balayınız çok güzel ve unutulmaz geçsin; bal gibi, tadı damağınızda kalsın”…

25 Mart 2008 Salı

Nice nice mutlu yıllara...

Canım yeğenim Buket'in, bugün doğum günü. Buketciğim; nice nice mutlu yıllara, yeni yaşında herşey istediğin gibi olsun. Senin gibi güzel, senin gibi tatlı olsun...Canım kızım doğum gününü aslında Cumartesi günü Armada AVM'nde kutladı. Ama teyzesi perşembe gününden itibaren ağır ve ateşli bir şekilde faranjit olduğu için; onun doğum günü partisine katılamadı. Teyzesi evde yatıyordu; hastaydı ve çok yorgundu. Ama o kadar üzülmüştü ki, yeğeni Buket'in doğum gününe katılamadığı için. Sevgili yeğeni, umarım onu affeder. Çünkü hastalandığı için gelemedi teyzesi. Yoksa hiç böyle birşey yapar mıydı? Aslaaaaa...
*******
Umarım doğum günün istediğin gibi geçmiştir Buketciğim. Aaaartık benim kızım "8" yaşına girdi. Ama Buket'i bir görseniz, demezsiniz sekiz yaşında. Sanki sekizinci sınıf öğrencisi gibi duruyor. Maaşallah uzun boylu olacak. Umarım boyu 1.80 cm'i geçmez. Yoksa basketbolcu falan olması lazım diye düşünüyorum. Buketciğimin doğum günü hediyesini inşallah en kısa zamanda alacağım ve kendisine vereceğim. Hastalandığım için bütün planlarım bozuldu. Dört gün boyunca evden dışarı çıkamadım ki...
***
Cici kızım benim, umarım teyzenin sana ne alacağını merak etmezsin ya da çok özel istediğin bir şey varsa bana iletebilirsin. Tamam mı canım kızım, anlaştık mı? Ben kızıma istediği bir hediyeyi de alabilirim. Aslında beraber çıksak alışverişe, ya da bir yerde buluşsak, ne güzel olurdu değil mi? Sana beğendiğin bir şeyi alsak, beraber. Eskiden sana sormadan, kendi zevkime göre birşeyler alıyordum sana. Ama artık büyüyorsun ve kendi zevklerin, beğendiğin renkler ve beğendiğin farklı modeller oluyor. Annen ile bir konuşalım belki bu şekilde yaparız, tamam mı?
****
Tekrar "İyi ki doğdun Buket, iyiki varsın, doğum günün kutlu olsun, canım kızım benim"...
*****
Seni çok seviyorum...
****
SeS

19 Mart 2008 Çarşamba

Bu akşam, biraz keyif yapmak istedim...

Konu 1- Dün, yani salı günü; benim için çok önemli olan bir doğa mucizesinin fotoğrafını çekemedim. İnanın o kadar üzüldüm ki, buna. Yazılarımın arasında “Onu, görmeyeli uzun zaman oldu” başlıklı yazımı okuyanlarınız olduysa eğer; beni daha iyi anlayacaklardır. Yazımda “onu” yani gökkuşağını 6-7 yıldır göremediğimi; gökyüzünde oluşmuş olsa bile yakalayamadığımı anlatıyordum. Ve ben dün işyerimdeyken yağmur yağmıştı. Yağmurun yağması durduktan sonra; saat 17:00 sularında, gökyüzünde “Kocaman bir gökkuşağı” oluştu. Gözlerime inanamadım. O kadar güzeldi ki…Belki aranızda onu görenlerde olmuştur. Çok belirgin bir gökkuşağıydı. Uzun süre seyrettim onu. Renkleri çok harikaydı. Diyeceksiniz ki; hani nerede fotoğrafı? Fotoğrafını yayınlamamışsın?Evet yayınlayamadım arkadaşlar…Maalesef fotoğraf makinem yanımda değildi. O kadar üzüldüm ki…İş yerindeki arkadaşlarıma sordum; onların da yoktu. Cep telefonumla çekmeye tenezzül bile etmedim. Çünkü çok kötü çekiyor, yani net çekemiyor. Uzun yıllardan sonra gökkuşağını görmek, nasip olmuştu. Ama ben bunun fotoğrafını çekemedim. İnanın onu seyrederken; bir yanım inanılmaz heyecanlı ve mutlu, diğer yarım ise, sinirli ve üzgündü. Öyle sinirlendim ki kendime…Neden unuttuysam şu fotoğraf makinemi? 40 yılda bir “Gökkuşağı” nı çekmek istedim, o da olmadı. Umarım bir yedi yıl daha beklemem onu görmek için. Yalnız bir daha bu kadar güzelini de görebilir miyim, onu da bilmiyorum…

Konu 2- Dünkü “Gökkuşağı” üzüntümden sonra, bu akşam biraz keyif yapmak istedim. Evet keyif. Benim evde yaptığım en güzel keyiflerimden birisi de; güzel bir cappuccino, etinin kakaolu bisküvisi veeeee de okumaktan çok zevk aldığım dekorasyon dergilerimden biri. Bu üçlüye bayılıyorum. Bugün akşam, yeni aldığım fakat okumaya bir türlü fırsat bulamadığım Livingetc. adlı dekorasyon dergisini okuyacağım. Süper bir dergi. Sizde dekorasyon dergisi okumayı seviyorsanız eğer, mutlaka alın derim. Cappuccino ise, hazır poşetlerde satılanlardan. Yoksa evimde bir cappuccino makinesi olduğunu falan düşündüyseniz, yanılıyorsunuz. Biz hazır poşettekilerle avunuyoruz. Çünkü makinesinin fiyatları acayip, cııııısssssss diye yakıyor da…

Konu 3- Bugün akşam çok yorgunum aslında. Boğazımın içi kuruyor, gıcıklanıyor ve yutkunurken zorlanıyor. Aşkım, geçen hafta soğuk algınlığı hastalığını ayakta geçirdi de. O yüzden de tam olarak iyileşemedi. Halen devam ediyor hastalığı. Sanırım artık bana geçmek üzere. Bende kendimce seviniyordum. Ohhhh be!.. Bana hastalığı bulaşmadı diye. Kendime nazar değdirdim işte. Aynı evde yaşayıp da; bunun olmaması mümkün mü? İnşallah rahatsızlanmam. Hastalanmayı; hepiniz gibi bende hiç istemiyorum. Aslında keşke şöyle bol limonlu ve naneli bir ıhlamur yapıp, içseydim değil mi? Şöyle ekşi ekşi, boğazımı bir yaksaydı, ne güzel olurdu...
*****
Neyse, sevgili cappuccinocuğum duymasın sakın, kıskanır yoksa şimdi. Benim en çok kendisini sevdiğimi biliyor ya, ondan...

17 Mart 2008 Pazartesi

Güzel bir gökyüzü, küpeler, bardak ve kolyeler falan...



Geçtiğimiz cuma, tiyatroya gitmiştik. Oyunun adı "Kanlı Nigar"dı. Oyunu izlerken bir sürü fotoğraf çekip, oyun ile ilgili birşeyler yazacaktım ki; fotoğraf makinamın şarjı bitmişti. O gün işyerinde fotoğraf çekmiştim. Birde baktım ki; şarj düğmesi yanıyor. Bende eşimin cep telefonuna güvenerek çekeceğimi zannettim. O da flaş patlatmadan çekelim, oyuncuları rahatsız eder dedi ve çektiği bütün kareler, karanlık çıkmış, çok kötüydü. Kuzenim Eda da o gün bizimle tiyatroya gelmişti. Haftasonuda bende kalacaktı. Uzun zamandır bana kalmaya gelmiyordu. O yüzden çok sevinmiştim. Onun fotoğraf makinası yanındaymış. Ben de onunla çektim ama henüz Edacım, fotoğrafları mailime göndermediği için yine yayınlayamıyorum. Ne var ki; fotoğraflar olmadan yazsaydın, ne olacak? Diyeceksiniz ama, ben her yazımda mutlaka fotoğraf olsun istiyorum. Hatta benim çektiğim fotoğraflar olsun istiyorum. Ama bazen yazdığım konuyla ilgili fotoğrafım olmayabiliyor. O zaman da başka fotoğraflar koymak zorunda kalıyorum. Eğer yazımın içinde fotoğraf olmazsa; yazdıklarım çok renksiz, cansız ve anlamsızmış gibi geliyor bana. Canlı renkleri ve onlardan oluşan şeyleri çok seviyorum. Bu yüzden izlediğim tiyatro oyunu ile ilgili yazacaklarım, fotoğraflar elime geçtikten sonra olacak, öyle gözüküyor. Yazacaklarımı uzutmazsam tabiki...
******
Bugün işyerinden eve dönerken, yolda ve ben servisin içindeyken; gökyüzü o kadar güzeldi ki, anlatamam. Fotoğrafını çekmeyi çok istedim. Ne yazık ki; hala fotoğraf makinamı yanımda taşımaya alışamadığımdan dolayı çekemedim. Fotoğrafını çekmeyi istediğim bir çok şeyi bu yüzden çekemiyorum ve buna da, sinir oluyorum. Bugün çok güzel bir gökyüzü manzarasını kaçırdım anlayacağınız. Gerçi servisin içindeyken, hareket halinde nasıl güzel çıkardı o fotoğraflar onu da bilemiyorum. Ama ben servisin içinde o gökyüzünü çekmeye çalışırken; beni gören servis arkadaşlarımdan bazıları eminim ki bana içlerinden güleceklerdi. Bu ne yapıyor böyle? Nereyi, neyi çekiyor? Gökyüzü fotoğrafını ne yapacak acaba? diye, buna eminim. Ben de bu yüzden rahat bir şekilde fotoğraf çekemezdim. Zaten çoğu insanın "fotoğraf çekme" gibi bir sanatı anladığı ve anlamaya çalıştığı yok. Bunun için bir çabası da yok. Hatta bazıları var ki; fotoğraf makinasını eline alıp; ailesini, çocuklarını ve sevdiklerini bile çekmez, bunu düşünemez ve hatta beceremez bile. Oysa fotoğraflar; kalıcı anılarımız ve hatıralarımızdır. Onlar unuttuğumuz manevi duyguları bize hatırlatacak olan maddi varlıklardır. Manevi değildirler ama manevi duygularımızı harekete geçirirler. Hayatımız boyunca ne kadar çok fotoğrafımız olursa, o kadar iyi olur. Çünkü ilerde, yaşlandığımızda; çok fazla yürüyüp, gezebilecek durumumuz olmadığında; onlar bizim imdadımıza yetişecekler, bize lazım olacaklar. Onlarla bol bol vakit geçirip; anılarımızı, hatıralarımızı tazelemek isteyeceğiz. Belki de gençlik fotoğraflarımıza baktığımızda bir iç geçirecek ve belki de hüzünlenip, ağlayacağız. Buna emin olabilirsiniz...
******
Artık sürekli çantamda taşıyabileceğim küçük bir fotoğraf makinam oldu. İlk fotoğraf makinam normal ve kodak markaydı. Onu da çok seviyordum ama dijital fotoğraf makinaları çıktığında hp marka 3.2 mp olan fotoğraf makinası aldık. Eşim ve benim ortak makinamızdı. Son beş yıldır onu ve eski kodak makinamı kullanıyordum.İkisi de süper çekiyordu amaaaaa ne yazık ki boyutu biraz büyüktü. Yani sürekli çantamda taşıyabileceğim kadar hafif ve küçük değildi. Geçen hafta canım eşim bana casio- exilim marka 7.2 mp olan bir fotoğraf makinası almış. Artık çok hafif bir fotoğraf makinam var, ve bir sürü de özelliği var. Bu yüzden çok sevindim. Artık çantamda çok yer kaplamayacak olan bir fotoğraf makinam oldu. En önemli özelliği de bu bence...
******
Yukarıda gördüğünüz gökyüzü fotoğrafını işten eve geldiğimde cici fotoğraf makinamla çekmiş bulunmaktayım. Yalnız eşim onu dün akşam bayağı kurcalayıp, karıştırmıştı. Bayılıyor elektronik eşyalara. Onlarla uğraşmaktan çok zevk alıyor. Bunun sonucu olarak da ben bu fotoğrafları çekerken; meğerse otomatik flaş kapalıymış. Yani flaşsız çekmişim ve o yüzden karanlık çıktı gökyüzü. Halbuki benim gördüğüm gökyüzü daha güzeldi. Güneş battıktan sonra oluşan renkler, muhteşemdi. Bir an önce, o manzara gitmeden, bitmeden, o anı yakalayıp; sizlere göstermek, sizlerle paylaşmak istemiştim. Ama istediğim gibi olmadı. Bir dahaki sefere gökyüzü. Söz seni daha güzel çekeceğim. Anlayacağınız, bu konuda fotoğraf makinam suçsuzdur, onun bir suçu yok. Bütün suç aşkımın. Eve geldiğinde fırçalanacağını bir bilse. Heheheeeeeeee...
Şaka şaka, kıyamam ben ona...
Yukarıdaki ve aşağıdaki fotoğrafı eski makinamla çekmiştim. İnanın çekeli bir ay oldu sanırım, ama fırsat bulup da bunları bir türlü yayınlayamamıştım. Daha doğrusu sıra gelmemişti. Takılardan en çok küpeyi çok seviyorum. Yani küpe takmaya bayılıyorum. Eskiden hiç kullanmazdım. Edacığımın sayesinde oldu, onlara alışmam. Bana sürekli "Neden küpe takmıyorsun? Çok güzel yakışır sana, lütfen küpe tak, bir kere kullan alışırsın" diye diye sonunda beni alıştırmıştı. Canım benim, o benim aslında kuzenim ama, bana kardeşim kadar yakın. İkimizde birbirimiz için öyle hissediyoruz. Kısacası "O" da benim kardeşim. Bu arada bunu da buraya yazdım ya!..Dönelim diğer konumuza. Ben Eda'nın ısrarlarına dayanamayıp; yavaş yavaş, küçük ve minik boyuttaki küpelerle başladım bu işe. Artık büyük ve sallantılı küpeler bile takıyorum. Özellikle de bu tarz küpelere bayılıyorum. Bu arada artık çok fazla küpelerim olduğuna karar verdim ve bundan sonra uzun bir süre almayacağımı belirtmek isterim...
******
Takılardan ikinci olarak kolyeleri seviyorum diyebilirim. Ama takmasam da olur, çok fazla aram yok yani kolyelerle. Daha doğrusu küpeleren sıra gelmiyor onlara. Ama çok fazla kolyem var, takmayacaksam niye bunlar? Niye mi çoğu hediye de ondan. Ben artık kendime uzun zamandır hiç kolye almıyorum ki zaten.
******
Size iki pratik önerim olacak. Zaten fotoğrafları gördüğünüzde de anlamışsınızdır. İkisi de benim kendi fikrim. Daha önce kimsede ya da hiç bir yerde görmemiştim. Ama belki aranızda benim gibi bunu düşünenler olmuştur, ya da bir yerlerde görenler. Onlara birşey diyemeyeceğim zaten. Eskiden küpelerimi hep kutularda saklıyordum ve kulanacağım zaman da; istisnasız uzun bir süre diğer eşini arıyordum. Hatta bazen eşini bulamıyordum ve sinir olup, küpe takmaktan bile vazgeçiyordum. Ama artık çok kolay bir şey keşfettim. Bir yıldır küpelerimi yukarıda gördüğünüz o yeşil süslü bardağıma asıyorum. Hem küpelerim birbirine karışmıyor, hem de bozulmadan korunuyorlar. Keşke bunu daha önce keşfetseymişim. Ama tek bir sorun var ki; küpelerimi sadece bir bardağa sığdıramıyorum. Yani o kadar çok küpelerim varmış ki; 4 bardak falan oluyor hepsi. O yüzden çok yer kaplayacağını düşündüm ve diğerlerini yine kutulara kaldırmak zorunda kaldım. Ama en azından sık kullandıklarım ve en sevdiklerim bu bardağın içinde. Tavsiye ederim mutlaka siz de deneyin; eğer küpeleriniz varsa ve onları kullanıyorsanız tabiki de...
******
İkinci olarak da kolyelerimi saklamak için keşfettiğim şey. O da kupa askılığı. 3-4 sene önce Migros da görmüştüm bu askılığı ve hemen aklıma kolyelerim gelmişti her nedense. İnsanlar bunu kupalarını asmak için satın alırken, ben bunu bile düşünmemiştim. Demek ki; kolyelerimle başım fena derteymiş. Bir kolye takmaya karar verdiğimde o kolyeyi, diğerlerinden ayırmak için uzun bir süre uğraştığımı biliyorum. Zaten sonunda da takmaktan vazgeçiyordum, uğraşamıyordum yani. Bu da çok kullanışlı bir şey, mutlaka deneyin.
******
Aranızda kolye ya da küpe takmayı sevenler vardır umarım. Yoksa bu yazdıklarımı boş yere mi yazdım?.. Hııımmmmm, sizlerde takı takın, kullanın ve bayanlara önerin. İnanın seveceksiniz ve vazgeçemeyeceksiniz. Eminim ki; sizlerede çok yakışacak...
******
Not:Yazılarımın arasında gördüğünüz bu yıldızlarda; "Neyin nesi?Birde bunlarla mı uğraşmış, vay be ne çok vakti varmış" dediyseniz ya da diyorsanız eğer : Yazımı yazarken konular arasında boş satır bırakmak istiyorum. Fakat program bir türlü bunu kabul etmiyor. Bazen word dosyasında yazıp, kopyalıyorum. O zaman istediğim gibi oluyor. Bu sefer beni fena zorladı. Ben de bu yolu keşfettim. Bir daha ki sefere yıldızsız yazmam dileğiyle...



13 Mart 2008 Perşembe

Lütfen, bu akşam rüya görmeyeyim...

Nedense bu hafta bana çok zor geldi, geçmek bilmedi. Pazartesi günü işyerine geldiğimde günün çarşamba olduğunu, çarşamba günü ise perşembe olduğunu ve yemin ederim ki; perşembe günü işe gittiğimde, o günün CUMAAAAAA olduğunu zannettim. Bir türlü ikna olamadım, gün kavramımı yitirdim. Bu hafta bir türlü hangi günde olduğumu bilemedim. Oysa işyerimde masamda, duvarda bir sürü takvim var. Ama ben inatla günleri karıştırdım. Böyle bir şey bana ilk defa oluyor. Daha önce sadece haftanın bir gününü karıştırırdım. Mesela perşembe günü olduğunda, cuma günü olduğunu zannederdim. Ama bu hafta çok farklıydı; beş günde birbirine girmiş durumdaydı. Sanırım bu aralar beynim çok yorgun. Beynimin dinlenmeye ihtiyacı var.

Var da; hiçbir zaman dinlenemiyor ki…Uyuduğum zaman dinlenmesi lazım ama, rüyalarımdan sıra gelmiyor ki; beynimin dinlenmesine, mola vermesine. Onun da artık hiçbir şey düşünmeden, çalışmadan, konuşmadan, görmeden, duymadan rahat bir şekilde uyuması lazım. Bazı insanlar var ki, aramızda hiç rüya görmediklerini söylerler. Halbuki bu konuda araştırma yapan bilim adamları “İnsanların rüya gördüklerini, fakat bazılarının bunu hatırlamadıklarını” söylerler. Ben de buna inanıyorum. Tabi ki de; aranızda inanmayanlar vardır, ama onlar, yani bu işi araştıranlar öyle söylüyorlar.

İnanın ben yıllardır, uzun bir zamandır gece uyuyacağım zaman, şunları söyleyerek dua ediyorum: “Allah’ım lütfen, bu akşam rüya görmeyeyim, rahat bir uyku uyuyayım, bana izin ver “ diye. Çünkü güzel rüyaların dışında; korkunç, kötü ve stresli rüyalar da görüyorum. Ayrıca geceleri dişlerimi de sıkıyorum ve bu sıkmayla dişlerimi de gıcırdatıyorum. Böylece sesler de çıkarıyormuşum; eşim söylüyor. Bu diş gıcırdatma olayının da, ne yazık ki çaresi yok. Bunun için diş hekimleri, ağız içine yerleştirilen sert bir plak öneriyor. Alt yada üst çenenin, dişlerle birlikte ölçüsü alınıyor ve ona göre dişleri birbirine değmesini engelleyen bir ağızlık yapılıyor. Ben iki defa yaptırdım fakat kullanamadım. O ağzınızdayken uyumanıza imkan yok. Neyse artık eskisi gibi çok sık yapmıyormuşum. Eşim öyle diyooooo.

Dolayısıyla bu rüyalardan dolayı beynimin dinlenmesi önleniyor, hiçbir zaman mümkün olmuyor. Rüyaları hatırlamamak en güzeli bence. Gün içinde yeterince beynim gerekli, gereksiz şeylerle doluyor, taşıyor zaten. Rüya görmemeyi yada hatırlamamayı istiyorum. Ama bir şeyi inkar edemeyeceğim. O da; uzun zamandır görmediğim, sevdiğim insanları rüyamda görmek, beni çok sevindiriyor. Çünkü başka şekilde göremeyeceğim ki onları. Bazıları da hayatta değil zaten...

Belki ilerde “Rüya görmeyi engelleyen ilaç” diye bir şey icat ederlerse, inanın kullanacağım. Hatta bu ilacı piyasaya sürmeden ilk bende bile deneyebilirler. Beni bu konuda anlayabilecek olanlar, her gün rüya görenlerdir. Diğerlerinin zaten beni anlamayacağını ne yazık ki, biliyorum. Bu arada aranızda her gün rüya gören var mıydı ?..

11 Mart 2008 Salı

Hep aklımın bir köşesinde kalıyor...

Yine Facebook beni mutlu ettin. İyi ki, üye oldum sana. Bence çok güzel bir şeysin. Eğer Facebook'a üye değilseniz mutlaka üye olun, deneyince seveceksiniz, bana inanın. Birçok görmek istediğim, fakat ayrı şehirlerde yaşadığımızdan dolayı görüşemediğim arkadaşlarımın birçoğunun fotoğraflarını görme şansım oldu. Çocukları olmuş, hatta büyümüşler bile. Bazı arkadaşlarımı 6-7 yıldır hiç görmemiştim mesela, onları sanal da olsa görme fırsatım oldu. Ama Facebook sayesinde kendilerinin ve çocuklarının da fotoğraflarına bakıp, bol bol hasret ve özlem gidermiş oldum. Sanalda olsa bu beni mutlu etti, önemli olanda bu…

Bugün de böyle bir gündü benim için. Uzun zamandır kendisinden haber alamadığım eski bir arkadaşım bana Facebook dan mesaj göndermişti. Ben aslında kendisini daha önce orada aramıştım, fakat bulamamıştım. O da zaten yeni üye olmuş Facebook’a. Neyse birbirimizi bulduk, inşallah artık kopmayacağız birbirimizden. Değil mi İlkaycım? Söz ver bana…

Onunla lisede aynı sınıftaydık. O kadar güzel günlerimiz beraber geçmişti ki. Bir de Esracım vardı tabiki de. Üçümüz çok güzel günler geçirdik birlikte. Hey gidi eski günler, çok güzeldin… 18-30’lu yaşlarıma kadar geçirdiğim günlerimi hep büyük bir özlemle anıyorum. O kadar çok isterdim ki o yaşlarıma geri dönmeyi, öyle böyle değil. Ben 20’li yaşlarımda; hiç ölümü, sevdiğim birini kaybetme korkusunun ne olduğunu, aslında her an ölebileceğimi falan düşünmeden çok rahat ve eğlenceli yaşamıştım. Rahat yaşamıştım dedim, çünkü bunları düşünmediğim için. Oysa artık her an ölebileceğimi, her an hayatımdan çok sevdiğim birini kaybedebileceğimi bilerek yaşıyorum. Bu da beni maalesef etkiliyor, üzüyor işte. Elimde değil… 20’li yaşlarımı yaşarken neden bunları hiç düşünmemiştim? Neden aklıma hiç gelmemişlerdi. O zamanda insanlar ölüyordu, hepimiz ölümlüydük. Bu yeni bir şey, yeni bir icat değil ki? Ama ne varki bunları düşünmeden yaşadığınız zaman çok güzel günler, anlar, dakikalar yaşamış oluyorsunuz. Oysa şimdi ölüm, sevdiğim birini kaybetme korkusu hep aklımın bir köşesinde kalıyor, hatta oraya yerleşiyor. Arasıra hep düşündürüyor kendini. Sizi bilmiyorum ama benim artık yerleşmiş durumda. Bu şekilde yaşamaya alışmam lazım...

Bir düşüncemi, daha doğrusu bir hayalimi paylaşacağım. Ne olur bana kızmayın…Ben isterdim ki; insanlar dünyaya geldiklerinde belirli bir yaşa kadar yaşayabilsinler. Mesela 70 yada 75, ne bileyim 68 falan. Bu yaşlara kadar ölümsüz olsaydık. Daha sonra o yaşa geldiğimizde artık “Her an ölebilecek, ölümle karşılaşabilecek"olsaydık. En azından bir çocuk dünyaya getirmeye karar verdiğinizde; bileceksiniz ki, o çocuğunuz belirli bir yaşa kadar yaşayacak, erken yaşta ölmeyecek. Daha sonra şu an bizim durumumuzda olduğu gibi her an ölümle karşılaşabilir olacak. Bilmiyorum anlatabildim mi? Daha doğrusu beni anlayabildiniz mi?Yine de keşke böyle olsaydı diyorum, böyle bir şeyin asla gerçekleşmeyeceğini bildiğim halde. Çok genç yaşta çocuklar, gençler ölüyorlar. Ama biz hala hayattayız, yaşıyoruz. Aslında farkında değiliz ama çok şanslıyız ve o yüzden hayattayız. Konu neredeydi nereye geldi, değil mi? Benim sayemde oldu, suçlusu benim, biliyorum. Konumuz aslında Facebook' du...

Sonuçta; ölümlü bir dünyada yaşıyoruz ve inanın hayat, çok ama çok kısa. Ben bunu artık biliyorum. İstiyorum ki; sizde bunu farkedin, bilin. Bazılarımız için, aramızdaki şanssız insanlar için, ne yazık ki hayat, erken bitiyor. Bu yüzden sevdiklerimizle bol bol vakit geçirelim, onları üzüp, kırmayalım, onlara küsmeyelim. Eğer küstüğümüz birileri varsa lütfen bir şekilde barışalım. Karşı taraftaki haksız bile olsa; barışan, af dileyen siz olun. İlerde pişman olabiliriz çünkü; her an onlardan, sevdiklerimizden ayrılabilir ya da onları kaybedebiliriz…

9 Mart 2008 Pazar

Yine haftasonuydu, yine hemen bitti...

1- Cumartesi günü , KC Göksu AVM’ndeydik. Sinemada güzel, istediğimiz bir film olsaydı eğer, gidecektik. Filmlere baktık, hiçbirini de beğenmedik. Beğendiğimiz filmler ise henüz gösterime girmemiş, girecek olanlardı…Böylece sinema olayı yattı. Bizde biraz buz pateni yapanları izleyelim dedik. Buz pateni yapanların hepsinde kask vardı. Bu çok güzel bir uygulama, her yerde yok yani. Oysa çocuğunuz buz pateni yaparken; eğer düşerse, kafasını koruması için çok gerekli bir şey. Optimum AVM’nde de buz pateni alanı var ama orada bunu yapanlara kask verilmiyor. Bence onlarda bu şekilde hizmet vermeli. Sonuçta tehlikeli bir spor ve yapanların çoğu çocuklar...

2- Artık hava kararmıştı, bir şeyler yedikten sonra AVM’nin en üst katından, dışarıya çıktık. Açık havada oturabileceğiniz çok güzel yerler var. Göksu gölüne karşı oturup; çok fazla demlenmiş acı çay içtik. Alırken ne kadar söylerseniz söyleyin; onlar yine bildiklerini yapıyorlar. Taze çayınız var mı? diye soruyorsunuz ve size saatlerce demlenmiş çayı, taze diye ikram ediyorlar. Neyse içmeye çalıştım, zorla…Mart ayı, daha doğrusu martın sekizi. Biz dışarıda oturuyoruz; hiç üşümeden…Bu bana çok garip geldi. Ben uzun zamandır bu ayda böyle bir şey yaptığımı hiç hatırlamıyorum da. Siz hatırlıyor musunuz? “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” diye atasözü vardı. Artık bunun geçerliliği kalmadı sanırım. “Bu nasıl hava böyle diye” söylenip, durdum o akşam. Artık kar da yağmaz, ya yağmur da yağmazsa!.. Sonra göle karşı acı çayımı içerek keyfini çıkarmaya karar verdim; söylenme işim bitince tabii. Ne olursa olsun; dışarıda, açık havada olmak güzeldi, üstelik hiç üşümeden...

3- Pazar günü başka planlarım vardı oysa. Bol bol fotoğraf çekecektim dışarıda, bloğum için. Ama yine evden dışarı çıkmak istemedik, ikimizde. Ben de bunu fırsat bilerek; geçen hafta bir arkadaşımın bize vermiş olduğu; Samsun’dan gelen fındıkları kırmaya başladım. Kırma işlemi oldukça başarısız gerçekleşti. Evin her tarafı fındık kabuğu oldu. Ama her şeye rağmen çok güzel fındıklardı. Tekrar çok teşekkürler Ayselciğim; Samsun fındıkları da bir başka güzel oluyormuş. Yalnız senden bir isteğimiz olacak. Bir daha ki sefere; acaba fındıklar kırılmış ve ayıklanmış olabilir mi ?

4- Pazar gününü eğer evde geçiriyorsak; kendimle savaşıyorum. Neden mi? Kek yapmamak için. Bir yanım istiyor, bir yanım ise “sakın yapma” diyor. Bu gidişle kuzenimin nikahında giymek için aldığım elbise, bana olmayacak, dar gelecek… Sonuç olarak o keki yaptım. Afiyet oldu bize. Yedik, yarına bile kalmadı…

7 Mart 2008 Cuma

"İyilik meleği" hep seninle olsun...


Canım arkadaşım nice mutlu yıllara...Yeni yaşında ailenle ve sevdiklerinle birlikte mutluluklar. Doğum gününü bu pasta ve çiçeklerle kutlamak istiyorum . O kadar çok isterdim ki; bunların gerçeğini sana bugün getirip vermeyi. Kendi ellerimle... İstanbul'da yaşıyor olsaydım; bugün mutlaka bunları sana vermek isterdim. İş yerine habersizce gelerek; sana süpriiiizzz yapmayı isterdim. Ama şimdi haklı olarak sen de diyeceksin ki:
{S} "Kargo ne güne duruyor , kargo ile gönderseydin bugün, şimdi elime geçerdi". Bende inan bu pastayı ve çiçekleri görünce çok mutlu olurdum, sevinirdim...
{E}Doğru; bak böyle birşey yapabilirdim. İnan hiç aklıma gelmemişti. Çiçekler iyi de ya pasta? Pasta nasıl gelecekti? Büyük bir ihtimalle bozulurdu herhalde.
{S}Onun da kolayı var. Ankara'da olup, İstanbul'da şubesi olan pastane ve çiçekçilerden bunu yapabilirsin...
{E}Sinocuğum bana bunların telefon numaralarını bir ara verirsen sevinirim...
{S}Tamam canım büyük bir zevkle yarın mailine atarım...
Muck, muck...
Evet istediğim şeyler, sadece istemekle kalmamalı. Bugün bunu "canım arkadaşım Sinem'e göndermek isterdim" dedim ve öylece kaldı. Halbuki bunu aslında gerçekleştirebilirdim. Oysa bu tür istekleri yerine getirebilen bir sürü şirketler var. Ve ben bunu biliyorum. Hmmm...
Canım Sinemciğim şimdi seni arayıp, bloğumu okuman için haber vereceğim. Çünkü bu gün doğum günün ve bunu bugün okumanı istiyorum. Her ne kadar bugün doğum gününü kutlamak için seni aramış olsamda; senin için birşeyler yazmak, sana seslenmek istedim. Buradan, bloğumdan...
İyilik meleği hep seninle olsun, asla yanından ayrılmasın. Seni çok özledim ve seni çok seviyorum...
{E}

6 Mart 2008 Perşembe

"Göl Manzarası" alır mıydınız?

Göle yürürken yolda çektiğim gölgemiz, dördümüzün...

İşyerime çok yakın; hızlı tempo ile 30 dk civarında yürüme mesafesinde. Çok şirin bir yapay gölet. Ben de tam olarak emin değilim ama yapay olduğunu söylüyorlar. Yapay da olsa sonuçta bir göl ve çok güzel. İşyerime bu kadar yakın olması çok güzel ama maalesef çok sık gidemiyorum. Geçen hafta işyerinden ben ve üç arkadaşımla birlikte, öğle tatilimizde göle yürüyüş yaptık. Çok güzeldi; gidilen yol da ıssız, sessiz ve çok fazla taşıt geçmiyor o yoldan. O gün hava kapalı ve bulutlu olmasına rağmen çektiğim fotoğraflar bence güzel çıkmış, çok beğendim. O gün göle gideceğimizi bildiğim halde, fotoğraf makinamı işyerime getirmeyi unutmuştum. Arkadaşımın fotoğraf makinası ile çektim bu gördüğünüz göl manzaralarını.
Güneşli bir gün; hatta bahar gelip, çiçekler açtığında, ağaçlar yeşerdiğinde ilk işim göle gitmek olacak. Baharda o kadar güzel oluyor ki. Herhalde ben neyin resmini çekeceğimi şaşırmış bir durumda olacağım o zaman. Fotoğrafını çekebileceğiniz o kadar çok şey varki orada. Biz gittiğimizde fazla kalamadık. Aslında gölün içinde yaşayan balıklar var. Onlara bakmak için zamanımız kalmadı. Malumunuz, işe dönmemiz gerekiyordu; öğle tatili bitiyordu...
Sizin için bol bol fotoğraf koydum bu akşam. Gölden manzaralar; umarım beğenirsiniz çektiğim fotoğrafları.Ben çok beğendim de(kendimi övmek gibi olmasın). Artık uyumam lazım, çünkü bitmiş durumdayım. Ama biraz daha yazayım ondan sonra.
Biliyor musunuz? Bloğum bugün tam bir aylık oldu. Ama ben bu bir ay boyunca mahvoldum diyebilirim. Bütün uyku düzenim bozuldu. Çok geç saatlerde uyudum. Uykuya çok düşkünümdür. Açlığa uzun süre dayanmaya çalışırım ama uykusuzluğa tahamülüm yoktur. En sevdiğim diziyi " Bıçak Sırtı" nı bile, bir aydır izleyemiyorum. Ne oldu böyle bana? İnanın ben bu soruyu kendime soruyorum, sonra susuyorum. Bloğumun dizaynını hazırlarken de çok uğraştım, araştırdım. Kısacası çok emek verdim. Bu sayede de bir çok şey öğrendim ve bundan da mutluyum. Mesela; "Photoshop" kullanmayı bile bilmiyordum. Ama artık çok iyi olmasa da bir çok şeyi photoshop da yapabiliyorum. Bloğumda yazmaktan, onunla iligili birşeyler yapmaktan, yaparken yorulmaktan ve geceleri uykusuz kalmaktan sanırım memnunum, çünkü sevdiğim bir şeyi yapıyormuşum bunu farkkettim.
Benim bu yazıyı sanırım bitireceğim yok. Yazdıkca yazıyorum. Bu yüzden artık gidiyorum, gitmem ve uyumam lazım. Sizlere doyum olmaz, bunu biliyorum. Zaten eşim de bugün bana: "Artık bilgisayara şifre koyup, kilitleyeceğim" dedi.(şakacıktan demiştir, inanmayın siz!) Bilgisayarı ortak kullanıyoruz da. Benim yüzümden son bir aydır bilgisayara elini bile süremiyor, cıssss oluyor yani. Böyle giderse; sanırım evde ikinci bir bilgisayara ihtiyaç olacak...






5 Mart 2008 Çarşamba

10-15 yıl daha bekleyemem...

Bakmayın öyle! Onu böyle güzel, çilekli bir tabakta size sunuyorum diye. Ona bayılıyor, onu çok seviyor falan değilim. Fotoğrafını bile çekerken zorlandım. 12 adet soğan pozu çekmişim, sayınca farkettim de. Çok utandım doğrusu. Ama ne yapayım; daha yeni alışıyorum cansız objeleri çekmeğe; kolay olmuyor, ışık ayarı falan...Bir de dijital fotoğraf makinaları olmasaydı ne komik olurdu diye düşündüm bugün. Daha doğrusu kendi halimi düşündüm. Bloğumda fotoğraf yayınlamak için 36 yada 24 pozluk filmin dolmasını bekleyeceğim. Sonrada onu fotoğrafçıya götürüp; tab ettirip, cd' ye kaydettireceğim. Eğer fotoğraf istediğim gibi çıktı ise; yazımın içinde onu yayınlayacağım. Düşünsenize fotoğrafçıya gidiyorsunuz ve 36 pozun içinden sadece 12 adedi "bir tabak içinde çekilmiş soğanlar" çıkıyor. Fotoğrafı tab eden kişi, kesin beni çok merak ederdi diye düşünüyorum. Tabii ki de, bu zaman zarfında yazmış olduğum yazı; yayınlanmayı dört gözle bekliyor olacak. Anlayacağınız çok uzun iş olacaktı, büyük zaman kaybı. Eyyyy dijital fotoğraf makinaları iyi ki varsınız...

Eveeet ne diyordum? Araya fotoğraf makinaları girdi, konu bölündü. Evet ona bayılıyor, onu seviyor değilim demiştim. O beni sürekli ağlatıyor. Onun yüzünden mutfağa girip, yemek yapmak istemiyorum. Beni yemek yapmaktan soğuttu. Onu rondo da parçalıyorum, elime alıp da tahtanın üzerinde uzun bir sürede ince ince kesmiyorum. Bu şekilde yaptığım halde gözlerimi öyle bir yakıyor ki ! Ağlamaktan gözlerimi açamıyorum, etrafımı göremiyorum bile...

Evlenmeden önce hiç yemek yapmayı denememiştim. Daha doğrusu hiç ilgimi çekmemişti. Evlendikten sonra bu "aşçılık mesleği" ni öğrenmeğe başladım. Mecburen, açlıktan ölmememiz için. Bu arada eşim de yemek yapmayı bilmiyordu da. Bu işi birimizin öğrenmesi gerekiyordu, piyango bana çıktı. Evlendiğim günden itibaren "soğanın beni ağlatmasına" tahammül edemedim, hala da edemiyorum. Sadece bu yüzden, yemek yapma işinden soğudum diyebilirim. Bunun tek sorumlusu ise soğan . Onun yüzünden eminim ki bir çok kadın ve aşçılar yemek yaparken bu sıkıntıyı yaşıyorlar benim gibi.

Bu akşam yemek yaparken; birden şöyle bir hikaye oluşuverdi beynimde : "Sevgili Soğan" dünyada uzun bir gezintiye çıkmış. Çünkü büyük bir hedefi varmış; hedefi "En acı soğan olabilmek"miş. Dünyadaki bütün yiyeceklerin içindeki acıları içine koymayı planlıyormuş. Bunu da gerçekleştirmiş ve kendisi inanılmaz acı bir soğan olmuş. Düşünmeğe başlamış; "Acaba kimin gözlerini kör edecek kadar yakabilirim" diye...Düşünmüş ve marketteki soğanların içine bir şekilde karışmış, türünün son örneği olarak. Ebruli'nin gelip, kendisini seçmesini büyük bir zevkle beklemiş. Ebruli de gidip, o kadar soğanın içinden onu seçerek almış ve eve getirmiş. Ebruli çarşamba akşamı eve geldiğinde yemek yapmak istemiş ve "Sevgili Soğan"ı almış. Onu soymaya başlamış (soymaz olaymış!!!). Olanlar olmuş; Ebruli uzun bir süre görememiş, kör olduğunu bir daha gözlerini açamayacağını zannetmiş. Sonra gözlerin den yaşlar akmaya başlamış. Akmış akmış ve sonunda Ebruli normale dönmüş...Bu hikaye de burada bitmiş (nokta)

Gazetede okumuştum; Yeni Zelanda Tarım Ar-Ge Kuruluşu 10-15 yıla kadar "Ağlatmayan Soğan" ı üretip, piyasaya sunmayı hedefliyor, bunun için çalışmalar yapıyormuş. Bizim için, biz bayanlar ve tabiki de tüm aşçılar için. Umarım ondan önce bu soğanı başka bir ülke üretmez. Çünkü Yeni Zelenda bunun üzerinde çalışıyor, umarım ilk önce o üretir. Soğan ile ilgili şikayetlerimin hepsi doğru ama onun faydalarını inkar edemem ve savunuyorum da zaten. Yemeklerde kullanmamın dışında; arasıra çiğ olarak da tüketiyorum. Çünkü çok faydalı yenilmesi gereken bir sebze. Özellikle de pişirilmeden yenilirse...

Soğan çok güçlü bir antioksidan; vücudumuzdaki bir çok organımızı kansere karşı koruyor. Yüksek oranda C vitamini, az miktarda fosfor ve iyot içeriyor. Kandaki şekeri düzenlediği için şeker hastalığına iyi geliyor. Vücudumuzda birikmiş zararlı maddelerin atılmasını kolaylaştırıyor. Belki daha benim bilmediğim, henüz duymadığım daha bir çok faydası vardır. Zaten en başta; o olmadan yaptığımız yemeklerin, hiç bir lezzeti olmazdı. Kesinlikle lezzet öncüsü bir sebze soğan...

Ama ben yinede "Ağlatmayan Soğan" ile bir an önce tanışmak, onunla yemekler yapmak istiyorum. Öyle 10-15 yıl falan bekleyemem...

3 Mart 2008 Pazartesi

Ne zaman uçacağım ben?..


Gökyüzü ne kadar güzel birşey; engin sonsuzluk, inanılmaz gece ve gündüz değişen renkler, beyaz bulutlar...Ben gökyüzünü her zaman görüyorum ama asıl yukarıdan çok yükseklerden görmek istiyorum. Aşağıya bakmak istiyorum metrelerce yükseklikten.
Ben henüz uçağa binmedim biliyor musunuz? Ben bile kendime hayret ediyorum, şaşırıyorum; "Neden uçağa binmedim" diye. Hiç böyle bir fırsatım olmadı, ne yazık ki...Zaten yurtdışına da gitme fırsatım hiç olmadı. Oysa gitmek istediğim o kadar çok ülke var ki... Kısmet bakalım bekliyoruz işte. Aslında İstanbul'a ya da Antalya'ya giderken uçağa binebilirim ama hep araba ile gidiyoruz. Şehir içinde gezebilmemiz için lazım oluyor da kendileri. Oysa havaalanından sizi karşılayan birileri olsa, şöyle sizi alıp, götürse, gezdirse ve sonra da döneceğiniz zaman sizi tekrar havaalanına bıraksa. O zaman herhalde uçak ile gitmeyi isterdim doğrusu. Bu yüzden ben ancak yurt dışına gidersem, uçağa binebileceğim. Yurt dışı planları yapıyorum, sonra da vazgeçip, iptal ediyorum da...
Aslında uçağa binmeyi en çok neden istiyorum biliyor musunuz? Bulutları ve gökyüzünü ancak o kadar yakından; uçağa binersem görebilirim diye düşünüyorum. Uçağa binmeyi istememin tek sebebi bu. Eğer binersemde öyle Türkiye'de bir şehirden başka bir şehire değil; en az 3-4 saatlik mesafede bir yere ve gündüz gitmek istiyorum. O gökyüzündeki manzarayı kaçırmadan izleyebilmek için. Yani benim derdim; beyaz bulutları, engin gökyüzünü yakından görebilmek...
Yukarıdaki fotoğraflar da eşime ait, henüz ben çekemedim böyle fotoğraflar. Almanya'ya giderken çekmişti onları. Bu fotoğrafları her zaman çok beğenirdim. Şimdi bloğumda onlar için yazı yazıyorum, bu çok güzel bir şey benim için. Neden daha önce başlamadıysam yazma işine? Kızıyorum kendime bu yüzden. Benim için her bir fotoğrafın anlamı vardır; kendi çektiğim fotoğraflarımın yeri zaten başkadır. İlk fotoğraf makinamı aldığımdan yani 1998 yılından itibaren (bu arada farkettim de 10 yıl olmuş), sürekli çevremdeki insanların; akrabalarımın, arkadaşlarımın ve ailemin fotoğraflarını çekmiştim. Manzara, doğa ve tabiat olarak çok az çektiğim fotoğraflarım var. Ama artık bu bloğumun sayesinde herşeyin fotoğrafını çekmeye karar verdim. Çünkü bana ait fotoğrafları bloğumda yayınlamak istiyorum. Bu yüzden de; ağaçlar, çiçekler, bulutlar,kediler kısacası tabiat ve doğanın fotoğraflarını çekeceğim artık. Daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yapacağım yani; bu yüzden çok heyecanlıyım. Henüz çekmediğim fotoğraflarımın heyecanını yaşıyorum, tek başıma.Tek başıma diyorum çünkü; bu konuda beni anlayacak insanlar var mıdır bilmiyorum da ondan...
Bir an önce havalar ısınsın; bahar gelsin, çiçekler açsın istiyorum, çok istiyorum. Onların fotoğraflarını çekeceğim ya, ondan istiyorum gelmesini...
Hadi gelsene bahar, gel artık...
Şimdi kış mevsimini sevenler kızacaklar bana. Tamam kızmayın su-su-yo-rum işte, sus-tuuuummm...